12 Eylül 2015 Cumartesi

KEMÂL KAPLAN: "6-7 EYLÜL'ÜN ARKASINDAKİ BİLİNMEYEN ÖRGÜT"

6-7 EYLÜL'ÜN ARKASINDAKİ BİLİNMEYEN ÖRGÜT  

- Fitili ateşleyen BOMBACI, nasıl VALİ oldu?
- Asparas haberi yapanlar hangi MAKAM ve MEVKİLERE GELDİ?
- Olayları hazırlayan Özel Harp Dairesi nasıl itiraf etti?
- Sahada hangi örgüt nasıl kullanıldı.
- Yağmalanan kumaşlar Beyoğlu'nda dükkanlara yeniden nasıl satıldı?
- Hem dindarlar hem Ulusalcılar nasıl kışkırtıldı?
- 6-7 Eylül olmasaydı BEYOĞLU Dünya Moda Merkezi mi olacaktı?


Kemâl Kaplan

6-7 Eylül 1955 yılında Beyoğlu'nda yaşananlar hakkında çok şey söylendi. Yazıldı-çizildi. Biz bugüne kadar söylenmeyenlere değineceğiz. Arka planda oyunun HEM GÖRÜNEN HEM DE GÖRÜNMEYEN KADROSUNA BAKACAĞIZ.
Bu yazıya "Bir Başka açıdan 6-7 Eylül" de diyebiliriz.
6-7 Eylül olaylarının başlamasına sebep olarak İSTANBUL EKSPRES Gazetesi'nin haberi gösterilir. Haber asparagas olmakla beraber büyük yankı uyandırdı. Yıllar sonra gazete sahibi MİTHAT PERİN ile yapılan röportajda kandırıldığını söylüyordu. Perin'e göre onu kandıran GÖKŞİN SİPAHİOĞLUydu. Sipahioğlu Fransa'da dünyanın en ünlü haber ajanslarından biri olan SIPA'nın kurucusudur.
Herkesin malumu gazete haberinde Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığını söylüyordu. Ne olduysa bundan sonra oldu. Beyoğlu'ndaki gayrimüslümlerin dükkânları yağmalandı. Yıllar sonra bunun 'sermayenin el değiştirmesi' olarak yapılan bir komplo olduğu söylendi.
Fakat 6-7 EYLÜL OLAYLARINDA BAŞROL OYNAYAN VE HALKI GALEYANA GETİREN ÖRGÜT HİÇBİR ZAMAN DEŞİFRE EDİLMEDİ.
İLK KEZ BURADA OKUYACAKSINIZ:
Araştırmacı Nuri Kaymaz uzun çalışmaları sonucu 6-7 Eylül olaylarının arkasındaki örgüte ulaştı. Kaymaz'ın HAMALLAR ile ilgili araştırma yaparken, ulaştığı bilgiler dudak uçuklatan türdendi.
Özel Harp Dairesi tarafından organize edilen olayların pratikteki uygulayıcısı HAMALLARDI. Hamallar son derece örgütlü bir meslek teşkilatı olduğundan yönetilmesi, sevk ve idaresi son derece kolaydı.
Yağmayı ilk başlatan onlardı. Halkı galeyana getiren ve ön sırada hep onlar bulunuyordu. Olaylar sonrasında Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığına getirilen HAMALLAR olduğu gibi, sınıf atlayan, HOLDİNG SAHİBİ olan HAMALLAR da vardı.
BOMBACI-ÖHO VE BASIN ÜÇGENİ
Başa dönelim ve olayların fitilini ateşleyen "bombalamaya" değinelim. Benzer bilgileri web üzerinde bulabileceğinizden size, hülasa vereceğim. Bağlantıları değerlendirmeniz daha sağlıklı olacak. Sonra NURİ KAYMAZ'ın araştırmalarına dönüş yapacağız.
6-7 Eylül olayları birkaç ayakta vukû buluyor. Önce bombalama meselesi var. Olayların başlamasına sebep olan FİGÜRLER çok enteresan biçimde hepsi mesleki kariyer ve ekonomik olarak 6-7 Eylül'den sonra yükselmişler.
a- Atatürk'ün Selanik'teki evine bir ses bombası atılıyor. Yunan polisi fail olarak iki kişiyi yakalıyor. İkisi de Türk; Hasan Uçar ve  Oktay Engin. Failler için Türk konsolosluğu iki avukat tutuyor. Yunan avukatlar zanlıların suçlu olduğunu görüyorlar ve savunmayı bırakıyorlar. Bu defa konsolosluktaki hukuk müşaviri bombacıları savunmaya başlıyor. 9 ay tutukluluktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan faillerden Oktay Engin Türkiye'ye kaçar. Hasan Uçar ise 2 yıl cezaevinde kalır. fitilin ateşlenme olayı budur.
b- Bir ses bombası İstanbul'da atom bombası gibi patlayacaktır. İstanbul Eskpres Gazetesi olayı manşetten verir. Fakat evin bombalandığını yazar. Gazete sahibi Mithat Perim, gazetenin Yazı İşleri Müdürü olan Gökşin Sipahioğlu tarafından kandırıldığını iddia etmektedir. O gazetenin baskısını durdurmuş, fakat Perim'den habersiz gazete yeniden basılmıştır. Hem de matbaa da o esnada kağıt yok iken. Perim yıllar sonra, Sipahioğlu'nu MİT'in kullandığını iddia etmiştir.
c- Özel Harb Dairesi eski başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Fatih Güllapoğlu'nun 'Tanksız, Topsuz Harekat' isimli kitabında,  şunları söylemiştir: "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size bu muhteşem örgütlenme değil miydi?"
ÜÇ İSME NE OLDU?
Oktay Engin, Mithat Perim, Gökşin Sipahioğlu.
Üç isme ayrı ayrı bir bakalım.
OKTAY ENGİN: Tutuksuz yargılanırken Türkiye'ye kaçtı. 3,5 yıl ceza almasına rağmen Türk hükümeti Engin'i iade etmedi. Engin o tarihte 21 yaşında bir hukuk öğrencisiydi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde  kaldığı yerden  devam etti. Mezun olduktan sonra kaymakamık sınavlına girdi. Çankaya Kaymakamı oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü görevine getirildi. Onu bu göreve getiren kişi Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu, 6-7 Eylül'de Beyoğlu Kaymakamıydı. Nakipoğlu başarılı bulunmuş ki, 6-7 Eylül 'den hemen sonra İstanbul Emniyet Müdürü olarak atanmıştı. Oktay Engin en son Nevşehir valisi olarak görev yaptı.
MİTHAT PERİN: İstanbul Ekpres Gazetesi'nin sahibi idi. Olaylardan iki yıl sonra yani 1957'de  DP'den İstanbul milletvekili oldu.  1958 yılındaki 'Dokuz Subay Olayı'nın hükümete bildirilmesinde rol oynadı. 60 darbesinde Yassıadaya gönderildikten sonra hüküm giyerek, 33 ay Kayseri cezaevinde yattı. 1962 yılında tekrar gazeteciliğe döndü. Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanlıkları görevlerinde bulundu.
GÖKŞİN SİPAHİOĞLU: Gazeteciliğe devam etti. 1960'larda dünyanın siyasi ve askeri kriz yaşanan kimsenin girmeyi başaramadığı ülkelerine girmeyi başararak, dünya basınına fotoğraflar geçti. 1969'da Fransa'da kurduğu SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı oldu. Sipahioğlu çalıştırdığı gazetecileri olay çıkacak bölgelere olaylar daha çıkmadan göndermekle ünlendi.  MİT'in Avrupa'daki önemli kaynaklarından birinin Sipahioğlu olduğunu da eklemek gerek.
6-7 Eylül'den sonra hepsinin önü açılmış vesselam...
NURİ KAYMAZ'IN BULGULARI - HAMALLAR VE DÜNYANIN MODA MERKEZİ
Araştırmacı Nuri Kaymaz henüz yayınlanmamış çalışmasında HAMALLARIN 6-7 Eylül olaylarında nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor.
İşte KAYMAZ'ın bulguları:
- Olayların alt yapısının hazırlandığını şöyle anlıyoruz: İki ay kadar önce, Süleymaniye Camii'nde cuma vaazında "Din elden gidiyor" mesajları veriliyor. Bölgede çalışan yüzlerce hamal cumaları bu camiye gidiyor.  Aynı tarihlerde çeşitli gazete ve dergilerde de "Atatürkçülük elden gidiyor" diye haberler yapılıyor. Halk katmanları olaylara hazırlanıyor.
- Beyoğlu'ndaki Ermeni ve Rum terziler ortak bir girişimle, Beyoğlu'nun dünya moda merkezi olması için çalışmalara başlıyor. 6-7 Eylül'den sonra bu terziler Paris ve New York'a kaçıyor. Yıllar içinde bu iki şehir çok önemli moda merkezi oluyor.
- Talan sadece Beyoğlu'nda değil. Sirkeci ve Sultanhamam'da da gerçekleşiyor. Tabii Rum ve Ermeni dükkânlarına.
- Beyoğlu'ndan yağma edilen kumaşlar, hamallar sayesinde örgütlü olarak Bursa'ya gönderiliyor. Burada depolarda bir süre bekletildikten sonra, Beyoğlu'nun yeni sahiplerine satılıyor.
- Beyoğlu'nda sermaye el değiştiriyor. Yahudi dükkânları yağmalanmıyor. Olaylardan sonra bugün çok iyi bildiğimiz bazı ünlü markalar ortaya çıkıyor. Ama çok ünlü... (Nuri Kaymaz isimlerin şimdilik açıklanmasını istemiyor.)
-   6-7 Eylül'den sonra Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığına getirilen hamal da var. Holding kuran hamal da...
- Hamallar özellikle tekstil sektörü için finansördüler. Hamal başlarında toplanan paralar, tekstilcilere faiz karşılığında borç verilirdi. Hamallar bu sistemi bazı bankerleri finanse etmek için de kullandılar.
Nuri Kaymaz'ın elde ettiği verilerde o dönem yağmada rol oynayan hamalların çocuklarının itirafları bulunuyor. İsimler açıklandığı takdirde ÇOK AMA ÇOK BÜYÜK GÜMBÜRTÜ ÇIKACAĞI KESİN.
 DİKKAT: Yazının izinsiz olarak her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sadece link verilerek paylaşılabilir. 

7 Eylül 2015 Pazartesi

6-7 Eylül 1955 yağması ve 1964 sürgünleri, 06 Eylül 2015 - Ayşe HÜR

6-7 Eylül 1955 yağması ve 1964 sürgünleri


RADİKAL: AYŞE HÜR
6-7 Eylül olaylarında Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü. Yaralı sayısı resmi rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300'dü. Sadece Balıklı Hastanesi'nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Resmi rakamlara göre 5.300'ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat Beyoğlu'nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izlemişti.
Bugün tarihimizdeki utanç verici olaylardan biri olan 6-7 Eylül yağmasının 60. yıldönümü. Geçen yıl da aynı vesileyle “Cumhuriyet’in azınlık raporunu” (okumak için tıklayın) sizlerle paylaşmıştım. O yazının girişinde geçmişi neden hatırlamalıyız sorusuna uzunca bir cevap vermiştim. Bu yüzden bu hafta neden utanç verici bu olaya dair yazdığımı açıklamaya girişmeyeceğim, doğrudan konuya gireceğim.
Ağustos 1928’de Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, Başbakan İsmet Paşa’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e birer mektup yazarak Yunanistan’ın Türk toprakları üzerinde hak iddia etmediğini ve demokratik Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek istediğini belirtmişti. Bu mektupların sonucu Venizelos’un 1931 yılının Ağustos ayında İstanbul ve Ankara’ya yaptığı iki parlak ziyaret oldu. İki ülke, Lozan Barış Antlaşması’nın kapsamında olan ancak ondan önce imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Mübadele Anlaşması’nın işlemeyen yanlarını, 1930’da iki parti halinde, Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması’nı imzalayarak düzelttiler. Aynı yıl İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Aras Atina’yı ziyaret etti. Aras 1933’te sınır güvenliğini görüşmek üzere tekrar Atina’ya gitti. Yunanistan Başbakanı Panagis Tsaldaris ile Dışişleri Bakanı DemêtreMaximos aynı yıl Ankara’ya geldiler. İki ülke arasındaki balayı, 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ile taçlandı.
(Venizelos ve eşi İstanbul’da. 24 Ağustos 1931)
BALAYI BİTİYOR
1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı, 1938’de Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir ‘tarafsızlık’ antlaşması imzalandı. 1941’de Türkiye, Kurtuluş gemisi aracılığıyla, savaş dolayısıyla Yunanistan’da hüküm süren korkunç açlığa merhem olmaya çalıştı. 1952’de Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Ancak, 1954’te Balkan Antantı’nın yenilenmesinin ardından Yunanistan’ın Kıbrıs Meselesi’ni BM’ye taşıması balayına son verdi. 
Yunanistan’ın 1954’te Kıbrıs’a ‘kendi kaderini tayin hakkı’nın tanınması için BM’ye yaptığı başvuru kabul edilmeyip de, Georgios Grivas liderliğindeki EOKA Kıbrıs’ta İngilizlere karşı terör eylemlerini başlattığında, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmişti. Türkiye daveti hemen kabul ederken, Yunanistan biraz nazlanmıştı ama sonunda taraflar 29 Ağustos 1955’te Londra’da buluşmak için sözleşmişlerdi. Konferansın [I. Londra Konferansı] 7 Eylül’e kadar sürmesi planlanmıştı.
MAH MENSUPLARI İŞ BAŞINDA
Aslında aylar önce, iktidardaki DP ile muhalefetteki CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne mensup milletvekilleri, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı ise Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden Kamil Önal ise MAH üyesi bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil gibi CHP’ye yakın isimlerdi. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri vardı.
Başta İstanbul’da yayımlanan Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayımlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras aleyhine haberler boy gösteriyordu. Siyasetle ilgilenmesi devletçe yasaklanan ve ekümenikliği reddedilen Patrikhane, “Fener, tüm Ortodoks dünyasını temsil eden ekümenik patriklik olduğu halde sessiz kalarak, Kıbrıslı Rumlar’ın lideri Makarios’u desteklemekle” suçlanıyordu. Ayrıca gazeteler, Patrikhane’nin, topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını iddia ediyorlardı. Yunanistan basını da boş durmuyordu elbette. Ethnikos Kiriks’te çıkan Atatürk hakkındaki ağır yazı, Türkiye’de büyük tepkiye neden olmuştu.
“ERKEKÇE SES VERELİM!”
16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden “Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses çıkarmaya” davet etti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes, Liman Lokantası’ndaki yemekte, Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak ‘çarşambanın gelişini’ müjdeledi. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.
Menderes’le bir akşam yemeği yiyen Hikmet Bil’in iddiasına göre Menderes kendisine “Biraz önce Zorlu’dan bir mesaj aldım. Çok zor durumda imiş. Yardım istiyor. Bir demarş yapmak istiyorum” demişti. Hikmet Bil de ‘seferberlik emrini’(!) almıştı. Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde “Kıbrıs Türk’tür’” yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.
İSTANBUL EKSPRESS’İN ROLÜ
Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa “o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına gözkulak olmaları” yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü saat 11’de, İstanbul Radyosu, devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı’na dayanarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı gazete, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu. Gazetenin, bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre 230 bin baskı yapması, kâğıt sıkıntısının olduğu bir dönemde şüphe çekiciydi. DP döneminin Münakalat (Ulaştırma) Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e göre İstanbul Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13.30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aramış ve ikinci baskı yapmak istediğini, 300 bin basacağını ve kâğıt almak için nakit para istediğini bildirmişti. Perin, daha sonraki yıllarda Demirer’e, Sipahioğlu’nun o gün çok ısrar ettiğini, büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söylediğini açıklamıştı. Mithat Perin, saat 16.30’da gazeteye gittiğini, basımı devam etmekte olan ve o saate kadar 150 bin adedinin sokaklarda satıldığını öğrendiğini, ancak gazetenin basımını, “bobini yırtarak durdurduğunu”, “Bu iş kötü. Ortalığı karıştırabilir” diye düşündüğü söylemişti. Perin’e göre Sipahioğlu ise, bu konuda nedense hiç kaygılı değildi.
BİNDİRİLMİŞ KITALAR İŞ BAŞINDA
Gazetenin ikinci baskısından sonra İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başlamıştı. Saat 18.00-20.00 arasında üniversite öğrencileri Taksim’e doğru yürüdüler. Saat 20.00-22.00 arasında ağırlıklı olarak Cibali Sigara Fabrikası işçileri ve işsiz gençler Beyoğlu’nda dükkânları tahrip ettiler. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm!”, “Kıbrıs Türktür!” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri durmamışlardı.
TANIKLAR NE DİYOR?
Bu konuda doktora çalışması yapan Dilek Güven’in aktardığı bazı tanıklıklar şöyleydi:
“Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de ‘O zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. ‘Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.”
“Yüksekkaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkanının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkanına hiçbir şey olmadı amaTürk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki ‘Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.”
“Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkanı vardı. Adam Türk’tü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı.”
“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokak’taydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı. Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”
“Yayamın (annemin) evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip          edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.”
MİLLİ İSYAN MI, MİLLİ AYIP MI?
Bunlar yaşanırken, Ankara’dan İstanbul Valiliği’ni arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti:
“-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi’ dedim. ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ ‘Yanımda Dahiliye Vekili var, onu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a [Gedik] verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.”
Benzer olaylar İzmir’de de yaşandı. Saldırganlar Yunan Konsolosluğu’nu ateşe vermişler, altı Yunan NATO subayının evini yağmalamışlar, İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırmışlar, limanda demirli bulunan iki İngiliz gemisinin mürettebatına, mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya kumaşa sarılmış teneke kutularla saldırmışlardı. İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise, olayları göstericilerin omuzlarında izlemişti.
İstanbul Emniyet Müdürü, bir yazı ile Birinci Ordu’dan 19 bin asker istemişti. Yazıda askerlerin saat 20.00’da belirlenmiş adreslerde bulunmaları isteniyordu. Askerler nedense dört saat gecikme ile, tam geceyarısı geldi ve duruma hâkim oldular. Ardından örfi idare (sıkıyönetim) ilan edildi. Olaylar İstanbul’da 7 Eylül’de yavaşlayarak da olsa devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yaşanacaktı.
EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI
Olayların biraz öncesinde veya olaylar sırasında İstanbul’da Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Bilimleri Kongresi, Bizans Tarihçileri Kongresi, Uluslararası Üniversite Dernekleri Kongresi ve Uluslararası Kriminologlar ve Polisler Kongresi’nin olduğunu unutmak, bu olayı tezgâhlayanların işlediği en büyük hataydı. Çünkü, o sırada hükümet ciddi ekonomik sorunlarını çözmek için Dünya Bankası’na ve uluslararası para piyasalarına bel bağlamış durumdaydı ve uluslararası kamuoyunun saygın temsilcileri ve onları izleyen yabancı basın, Türkiye’deki vandallığa bizzat şahit olmuşlardı. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.
Yunanistan’da yayımlanan Vradini gazetesinin 9 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki şu ifadeler iç acıtıcıydı: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez. Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”
YAĞMANIN BİLANÇOSU
Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü, ancak sadece üç kişinin adları verilmişti. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardı, ancak daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştı. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılıyordu. Resmi rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izlemişti.
ABD İstanbul Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aitti. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturyalılara ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.
“GALİBA DOZU KAÇIRDIK NAMIK…”
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu yağmada, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürüyordu. Nitekim iddialara göre, Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
(Celal Bayar İstiklal Caddesi’nde hasar tespit gezisinde)
8 Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verdi. 9 Eylül’de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıkladı. 10 Eylül’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kuruldu. 9 Ekim 1955’e kadar komiteye bağış yapan 94 gerçek ve tüzel kişiden 42’sinin Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı kuruluşlar ya da Rum, Ermeni ve Yahudilere ait firmalar olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını gösteriyordu. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kaldı. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericiydi ancak devlet bugüne dek resmen özür dilemedi.
OLAĞAN ŞÜPHELİLER
Hükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalacaktı.
Olaylarla ilgili olarak Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan sıkıyönetim mahkemelerinde 5,104, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılandı. CHP lideri İnönü’nün hükümete sert eleştiriler yapması üzerine, sanıkların büyük çoğunluğu peyderpey salıverildi. Mahkeme TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Seferberlik Tetkik Kurulu (1965’te adı Özel Harp Dairesi oldu) üzerine gitmedi veya gidemedi. Daha sonra, KTC yöneticisi Kamil Önal’ın adamlarının, polisin mühürlemiş olduğu KTC binasına girerek MAH’a ait evrakları imha ettikleri söylenecekti.
Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok değildi. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu da beraat ettiler. Konsolos Yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Atatürk’ün evini bombaladığı iddia edilen Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Konsolosluk kavası Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik Cezaevi’nde hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğu’muz tarafından Türkiye’ye getirilmişti.
1957 seçimlerinde DP listelerinden iki Rum milletvekili seçildi. 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalandı ve Ada’ya barış ve bu antlaşmalara göre, 16 Ağustos 1960’ta Türk bayrak ve askeri geldi. Bu tarihte Zorlu ve Menderes Yassıada’daydı.
YASSIADA YARGILAMALARI
27 Mayıs rejimi, Fuat Köprülü’nün 9 Haziran 1960 tarihli Yeni Sabah’ta yayımlanan “Olayları Zorlu istedi, Menderes onayladı, Gedik tertipledi” başlıklı haberi ihbar kabul etti ve 11 sanık aleyhine dava açtı. Sanıklar arasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Kemal Hadımlı, Mithat Perin ve Gökşin Sipahioğlu da vardı. Dava 5 Ocak 1961 tarihinde Zorlu, Menderes ve Hadımlı’nın mahkumiyeti ile sonuçlandı. Diğer sanıklar beraat ettiler. Böylece ‘devlet’ adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı.
Köprülü’nün damadı Coşkun Kırca’nın, kayınpederini teyit eden tanık ifadesi, mahkeme kararının dayanağıydı. Karardan bir gün sonra, yağma sırasında DP İstanbul İl Başkanı olan Orhan Köprülü (Fuat Köprülü’nün oğlu), Devlet Başkanı Gürsel’in kontenjanından 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’e Onur Üyesi olarak girdi. Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın aracılığıyla, Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlayan Engin Uçar, uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalıştıktan sonra, Nevşehir’e önce kaymakam, ardından da vali olarak atandı. Uçar, hakkındaki suçlamaları sürekli reddetti. Dahası, bu iddiada bulunanlara davalar açıp çoğundan da yüklü tazminatlar kazandı.
ÖZEL HARP’İN MUHTEŞEM ÖRGÜTLENMESİ
Ama en ilginci, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun (daha sonra inkâr etmekle birlikte), gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi:
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!...”
Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs Meselesi’ni kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!
1964 KARARNAMESİ
6-7 Eylül yağmasının yaraları yeni sarılmıştı ki, 1963’ten itibaren Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalar hızlandı. Türkiye’nin buna cevabı hiç beklenmedik bir şekilde oldu. 16 Mart 1964 günü, Atatürk ve Venizelos arasında 1923 tarihli Mübadele Antlaşması’nın aksayan yanlarını düzeltmek üzere 1930 yılında imzalanan ve her iki ülkenin yurttaşlarına herhangi bir ön şart öne sürmeksizin iki ülke içinde ticaret yapma, oturma, mal, mülk edinme hakkı tanıyan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi’ni feshetti. Gerekçe “antlaşmanın imza edildiği tarihten bu yana uzun zaman geçmiş olması münasebetiyle o günkü icaplara” uymamasıydı. Anlaşılan Türkiye Yunanistan’ı dize getirmek ve Kıbrıs meselesinde ön almak için, burada doğmuş büyümüş ancak Yunan uyruğunu koruyan İstanbullu Rumları bir şantaj aracı olarak kullanacaktı.
17 Mart 1964’te tapu dairelerinde, Yunan vatandaşlarına dair işlemler durduruldu. Tapu daireleri bir tedbir olarak satış ve intikal işlemlerine dair muameleleri askıya aldı ve bu suretle mülkiyet hakları ihlal edilmeye başlandı. Bu durum yürürlükteki 1961 Anayasası’na aykırıydı. Hükümet durumu hukukileştirmek için Kasım ayında  6/3801 Sayılı Kararname’yi çıkardı. Buna göre Yunan uyrukluların gayrimenkulleri üzerinden doğan hasılatlar, Merkez Bankası tarafından bloke edilmeye başladı. Ancak  Anayasa’nın 11. maddesi, temel haklara ilişkin sınırlamaların ancak kanun ile yapılabileceğini söylediği için bu da hukuk dışıydı.
20 DOLAR, 20 KİLO
Hasılatlar bloke edilirken, arka planda Yunan uyrukluların sürgün edilmesi kararı alınmıştı bile. Sürgün edileceklere doğrudan tebligat yapılmamıştı. Aralıklı olarak gazetelerde sürgün listeleri yayımlanıyordu. Adlarını listede görenler, yabancılarla ilgili Emniyet 4. Şube’ye gidiyorlar ya da götürülüyorlardı. Orada kendilerine bir belge imzalatılıyordu. Söz konusu belge ile yasaları ihlal ettiklerini, Türkiye aleyhine politik faaliyetleri bulunan Eleniki Enosis üyesi olduklarını ve Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para göndermiş olduklarını kabul etmiş oluyorlardı. Böylece ‘sürgün’, ‘ülkeyi gönüllü olarak terk etme’ şekline dönüştü. Bu ‘itirafnameleri’ imzalamak istemeyenleri sıkıntılı anlar bekliyordu. İmzayı atanlar ise profilden ve yandan suç numarası önünde fotoğraflarını çektirip, parmak izlerini verdikten sonra, 48 saat ile 10 gün arasında değişen bir sürede ülkeden çıkmak üzere evlerine dönüyorlardı.
(Sürgünler uçaklarını Yeşilköy’de uçağa binmeyi beklerken)
(Sürgünler geçici olarak yerleştirildikleri Atina Tiyatrosu’nun localarında.)
Sürgünlerin yanlarına 20 kiloyu aşmayacak bir bavul ve 20 dolar karşılığı (yaklaşık 200 Türk Lirası) para almalarına izin verilmişti. Sözlü tarih anlatılarına göre, gümrük alanlarında sürgünlerin altın dişi olup olmadığına bile bakılmıştı.
Eylül sonuna kadar 12 bin kadar Yunan uyruklu Türkiye’yi terketmişti. Ancak Türkiye Cumhuriyet yurttaşı Rumlarla, aynı din ve etnik kökten gelen Yunanistan tebaalı Rumların onlarca yıldır İstanbul’da birlikte oluşturdukları aileler de bu sürgünü çok acı şekilde yaşadılar. Çünkü eşi Yunan tebaalı, kendisi Türk tebaalı ailelerin bir bölümü sürgüne gönderilecek, tabii bunların eşleri ve çocukları da aynı sürgünün bir parçası olacaklardı. Daha sonradan Türkiye’deki atmosferden endişe duyanlar da ayrılınca sürgün sayısı 45 bine ulaştı.
Böylece 1914’te İttihat ve Terakki’nin Ege’de başlattığı “Rum kaçırtması”, 1919-1921’de Pontus Rumların kırımı ve Eylül 1922’de kelimenin gerçek anlamıyla Rumların (ve Ermenilerin) denize dökülmeleriyle ilk zirvesini yapmış, 6-7 Eylül 1955’in eksiği 1964 yılında tamamlanmıştı. Bu tarihten sonraki göçler sonucu, 1914’te 2 milyon kadar olan Rum nüfusu 2 bin kişiye kadar düşürüldü. Böylece devletimiz muhteşem bir görevin (!!!), önemli bir parçasını, Anadolu’yu etnik, dinsel, dilsel ve kültürel açıdan tektipleştirme projesini büyük ölçüde yerine getirdi. Bu projeye inatla direnen Sünnisiyle, Kızılbaşıyla Kürtleri ve Zazaları neyin beklediğini hep birlikte göreceğiz…
Özet Kaynakça: Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar–Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S. 117, s.86-93; Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.28-38; Uygur Kocabaşoğlu, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.45-49; Mete Tunçay, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum, S. 33, 1986; Orhan Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, agy, S. 177, 1998; Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yayınları, 1993; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955-Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam Yayınevi, 1995; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Olayları-50. Yılda Yeni Bakış–Hangi Derin Devlet?, Demokratlar Kulübü Yayınları, 2006; Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon, S. 457, 13 Temmuz 2004; Fatih Güllapoğlu, “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991, s. 24-27; Rıdvan Akar, Hülya Demir, İstanbul’un Son Sürgünleri, Doğan Yayınları, 2014; Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İletişim Yayınları, 2007.

6-7 EYLÜL 1955 & "KARANLIKTA KALAN BÜYÜK UTANÇ", AMA KİMİN?... ELBETTE DP'NİN DEĞİL



6-7 Eylül olaylarının 50. yılı nedeniyle Toplumsal Tarih dergisi, 1956 yargılamalarının hâkimi olan amiral Fahri Çoker'in arşivini yayımladı.  Bu arada Fahri Çoker arşivinden de yararlanarak kapsamlı bir araştırma yapan, Almanya Bochum Ruhr Üniversitesi Tarih Fakültesi'nden Dr. Dilek Güven'in 6-7 Eylül adlı kitabı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Bu yazı, Güven'in Toplumsal Tarih'te çıkan ve kitabının özeti niteliğinde.







Bu dizide, Güvenin Toplumsal Tarihte çıkan ve kitabının bir özeti sayılabilecek makalesi, yine dergide yer alan Fahri Çoker arşivinden belge, fotoğraflar ve tanıklıklar eşliğinde yer alacak.
6-7 Eylül olaylarını çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirmek mümkündür. Farklı etnik grupları barındıran Anadolunun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez şartı olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920li ve 30lu yıllarda hükümetler zaman zaman aleni bir asimilasyon politikası gütmüştür. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliğinden söz edilse de, günlük hayatta devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı ümit edilmiştir.
Hükümetin özellikle ekonomi politikası alanında aldığı önlemler, Türk unsurun taşıyıcı öğe olarak düşünüldüğünü gösterir. Nitekim 1942 yılında yürürlüğe giren Varlık Vergisi, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ekonomideki liderliğine son vermeyi hedeflemiştir.
Devletin zorunlu göç ve iskân politikaları da bu homojenleştirme çabalarıyla bir arada değerlendirilmeli, dolayısıyla, 1934teki, Trakya olayları olarak bilinen ve Yahudileri zorunlu göçe sevk için yapılan saldırılar ile 1930larda Kürtlere uygulanan iskân politikaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Aynı dönemde, 1929-1934 arası Anadolu Ermenilerinin Anadolunun merkezlerine ve ardından İstanbula göç ettirilmesinin amacı ise gayrimüslimleri tümüyle Anadoludan uzaklaştırıp İstanbulda toplamaktır. 1946 da yazıldığı düşünülen bir CHP azınlık raporu bunu açıkça ifade eder. Rapora göre, 1950lere kadar Anadolu, Yahudi ve Hıristiyanlardan temizlenmeli ve sonra İstanbul, Yunanistanla olan bağları ve nüfusun çokluğu nedeniyle Rumlardan arındırılmalıydı.
Seçmenlerin üçte biri
Türkiyenin 50li yıllardaki milli politikası 30lu ve 40lı yıllardaki politikaların devamı olarak değerlendirilmeli, bu doğrultuda 6-7 Eylül olayları etnik homojenleşme ve milli ekonomi yaratma çabası bağlamında incelenmelidir. Çokpartili hayata geçiş sonrası azınlıkların hükümetlerle olumlu ilişkiler geliştirmesi, gayrimüslimlerin seçmen olarak önemsenmeye başlanmasından kaynaklanır.
Bu dönemde, İstanbulda seçmenlerin üçte biri gayrimüslimdir. Seçim dönemleri CHP ve DPnin Varlık Vergisinin geri ödeneceği yönündeki vaatleri ise seçim propagandasından ibarettir.
Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişir ve ilişkiler gerginleşir. Özellikle Kıbrıstaki olaylarla birlikte 1953ten itibaren gazetelerde Patrikhane ve Rumlara karşı başlatılan kampanya, 6-7 Eylül olaylarından evvel doruğa ulaşır. Rumlara yöneltilmiş gibi görünen saldırı, aslında tüm azınlıkları içine almaktadır, Rum burada sadece bir örnektir. Gazetelere göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden gayrimüslimlerdir. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrısla ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59u Rumlara aitken, kalan yüzde 17nin Ermenilere, yüzde 12nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
İşyerleri Müslümanlara
Bu olaylar devletin hedefine uygun bir göç dalgası başlatır. Ancak, tahribatın yarattığı maddi zorluklar, İstanbuldaki Yunan Konsolosluğunun ve Patrikhanenin Rumlara İstanbulda kalmaları yönündeki telkini, Yunanistan hükümetinin Rumların Yunanistana yerleşimi konusunda çıkardığı bürokratik zorluklar ve Türk devletinin azınlıkların malvarlığının satışını engellemesi gibi nedenlerden dolayı, söz konusu göç olayların hemen ardından gerçekleşmez. Birkaç ay içinde, büyük işyerlerinin önemli bir kısmı gayrimüslimlerden Müslümanlara devredilir, büyük tahribata uğrayan dükkânlar ise hiç açılmamak üzere kapanır. Gayrimüslimlerin birçoğu artık Türkiyede yatırım yapmaktan kaçınır. Olaylardan altı ay sonra başgösteren göç dalgasıyla ulusu homojenleştirme planında bir adım daha atılmış olur. İstanbul basınıysa bu göçü daha çok geleneksel azınlık sadakatsizliği ve yabancı devletlerle tarihi ittifakla açıklama girişiminde bulunur.
Azınlıklar niye DPyi destekledi?
Gayrimüslimlerin çoğunun 1957 seçimlerinde Demokrat Partiyi desteklemesinin nedeni, bazı yazarların öne sürdüğü gibi, DPyi 6-7 Eylül
olaylarından sorumlu tutmamaları değildir. İlk planları seçimi boykottu, bu da DPnin örneğin İstanbulda seçimleri kaybetmesine yol açabilecektir, fakat DPnin iktidara geldiğinde intikam alabileceği korkusu ve CHPye olan geleneksel antipati nedeniyle seçime katılma kararı verilir.
1955ten itibaren DP hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmış ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini kaybetmiştir; şüpheli metotlarla muhalefeti susturma çabaları ise basının, aydınların ve öğrencilerin de DPden soğumasına yol açmıştır. Örneğin Alman Dışişlerinin bir raporuna göre daha olaylardan 15 gün evvel, muhalefeti kontrol amacıyla 7 Eylül 1955 günü İstanbul, Ankara ve İzmirde sıkıyönetim ilan edilmesine karar verilmiştir. 1956 yılında muhalefeti baskı altına almak için Basın ve Toplantı Yasasına getirilen kısıtlamalar da büyük ölçüde 6-7 Eylül olaylarıyla gerekçelendirilmiştir.
Hükümete göre, İstanbul Ekspres gazetesi 6 Eylülde halkı suça teşvik etmiş ve sivil örgütler Toplantı Yasasının verdiği özgürlüklere dayanıp yaptıkları gösterilerle ülkeyi kaosa götürmüştür.
Tanıklar anlatıyor:  Bir kamyon taşla geldiler
“Çok, çok fena. O zaman ben evliydim, iki yaşındaydı Lula. (Sarıyer) Yenimahallede yazlıktaydık. İstanbuldan haber geldi, Beyoğlu yanıyor. Saat sekiz, sekiz buçuk filan. Taş dolu bir kamyon geldi. Kamyonun içinden 10-15 kişi çıktı, ilk evvela gazinoyu kırdılar, bir şey bırakmadılar. Bir araya toplandık, zangoç vardı, karısı ve oğluyla; papaz vardı kızları ve karısıyla beraber. Başladılar dışarıdan camları kırmaya, taş atmaya. Aman napalım derken artık karanlık da oldu. Arka tarafta bir Türk ailesi oturuyordu, biliyordu o ne olacağını. Hemen papazın kızlarını aldılar, pencereden.
Öldürme değil, kırma iznimiz var
Ben Lulayı şiltenin altına koydum, çocuğu öldürecekler. Taşlar yağmur gibi geliyor. Evin kapısına geldiler. Onu da tekmeyle kırdılar. Babam hemen oda kapısını açtı. Türkçeyi Türk gibi konuşuyordu babam. Kırıyoruz dedi, Kıbrıs için. Helal olsun, vatana helal olsun dedi, gelenler. Beni, karımı, kızlarımı öldürün dedi babam. Yok, öldürmeye iznimiz yok dediler, kırmaya iznimiz var. İsmini sordular, Kemal dedi babam. Afedersin, Kemal ağabey deyip gittiler. Bakkala gittiler, bakkal da diyor ki, Hangi Kemal? Bu Koçodur, Rumdur. Tekrar geldiler. Radyo ve buzdolabını pencereden aşağı attılar. Yataklar, elbiseler, gardırobun içinde bir şey kalmadı. Yani biz kaldık. Titriyorduk, Kırın diyordu babam, ne yapsın, kırın, atın, helal olsun, atın! Kırdılar, vurdular, gittiler. Papazın kızlarını istediler. Burada yoklar dedik. Papazı aldılar, bir motosikletin üstüne bağladılar, yol boyunca çektiler.”
Aynı saatlerde, F.S.nin kocası bir an önce ailesinin yanına gelmek üzere Sirkeciden yola çıkar. “O akşam kocam işteydi. Saat üçte geldi; Sirkeciden, Yenimahalleye yayan geldi. O da kırıp yırtıp da geliyordu, ne yapsın. Kırmayan, yıkmayan gâvurdur, diye düşünüyorlardı.” (Tarihe Bin Canlı Tanık projesi kapsamında 74 yaşındaki ev kadını F.S. ile yapılan görüşmeden.)
unan basınına göre 6-7 Eylülün sorumlusu İngilteredir. Arşivlerde de İngilterenin planlanlamada katkısı olduğuna dair ipuçları vardır. İngilterenin Atina Büyükelçisine göre yüzeysel Türk-Yunan ilişkilerini bozmak için küçük bir şok yetecektir
Konuyla ilgili ilginç bağlantılardan biri, İngiliz hükümetinin 6-7 Eylül olaylarının organizasyonunda bir payı olmasıdır. 1950lerin başında bir İngiliz sömürgesi olan Kıbrısın Rum-Ortodoks halkının Yunanistan ile bütünleşme isteği, İngiliz hükümetini 29 Ağustos-7 Eylül arasında Londrada Türkiye, Yunanistan ve İngilterenin katıldığı bir konferans düzenlemeye sevk eder. Neden, Kıbrıs olayının çözümüne bir katkı yapmak değildir. Yunanistan Kıbrıs konusunu sonbaharda Birleşmiş Milletlerin gündemine götürmeyi planlarken, İngiltere hükümeti Kıbrısın uluslararası bir platforma taşınmasını engellemek isteğindedir.
Konferansla hedeflenen, sorunun sömürgeci İngiltere ve Yunanistanın değil, Türkiye ile Yunanistanın gündemi olduğunun ispatlanmasıdır. Foreign Office bürokratlarının iadesiyle, Türkler pasif durumlarından uyandırıldıkları zaman Kıbrıs, BMnin gündemine girmeyecekti. Konferanstan önce MacMillan, Türk delegeleriyle görüşerek Yunanistana karşı uzlaşmaz bir tavır sergilemelerini ister:
“Türkler görüşlerini ne kadar sert ifade ederse o kadar olumlu olur.”
Politik ve ekonomik krizdeki Menderes hükümeti, kamuoyunun ilgisini Kıbrısa çekmeye çalışır. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, MacMillanın isteği doğrultusunda konferansta sert bir açılış konuşması yapar; eğer Atina Kıbrıs tavrında değişiklik yapmazsa, Türkiye de Lozan Antlaşmasını tekrar gözden geçirecektir. Türkiyenin bu katı tutumu Yunan delegelerini şaşırtır ve İngilizleri sorumlu tutmalarına yol açar. Olayların patlak verdiği 6 Eylülde Londradaki konferans dağılır.
Yunan basınına göre olayların sorumlusu İngilteredir; nitekim arşivlerde İngilterenin 6-7 Eylül olaylarının planlanmasında bir katkısı olduğuna dair ipuçları mevcuttur. Örneğin Atinadaki İngiliz Büyükelçiliğinin Yunan-Türk dostluğunun çok yüzeysel bir vaka olduğuna değinen ve küçük bir şokun, örneğin Selanikteki Atatürkün evinde meydana gelecek küçük bir tahribatın derhal ilişkiyi zedeleyeceğinden bahseden Ağustos 1954 tarihli bir beyanı söz konusudur. İngiliz Dışişlerinden bir bürokrat ise daha açık ifadeyle Ankarada meydana gelecek birkaç olayın aslında işlerine çok yarayacağını belirtir. İngiliz Milletvekili John Strachy de Türkiyenin aslında Kıbrısın Yunanistana verilmesinden çekinmemesi gerektiğini, çünkü garanti olarak İstanbulda büyük bir Rum azınlığı olduğunun altını çizer.
Yumuşak protesto
İngilterenin olayların hemen ardından verdiği tepki de dikkat çekicidir. Dışişleri Bakanı MacMillan, Türkiyeye, zarar gören İngiliz vatandaşların tazminat haklarının ertelenmesini öngören yumuşak bir protesto çeker. Foreign Office de İngiliz basınında İstanbulda yaşayan İngilizlerin de büyük zarar gördüğünün altının çizilmesini ister. Böylelikle İngilterenin olayların planlanmasında bir rolü olmadığı kanıtlanmak istenmektedir.
6-7 Eylül olaylarında İngiltere için en büyük başarı Amerikanın Kıbrıs politikasının değişmesidir. Yunanistan 1955 baharında Kıbrıs meselesini BM gündemine getirmek istediğinden söz ettiğinde, hükümeti bu planı desteklemeye eğilimli olan Amerika, olaylardan sonra ise NATO üyesi bu iki ülkeye aynı içerikte sert bir protesto çeker ve BMde Kıbrıs konusunun gündeme gelmemesi için lobi çalışmaları başlatır. İngiltere amacına ulaşmıştır. 23 Eylül 1955 günü BMde yapılan oylamayla, Kıbrıs sorunu gündem maddesi haline getirilmez.
6-7 Eylül olaylarının kimler tarafından gerçekleştirildiği sorusunu cevaplamak için devletin fail olarak suçladığı kesimden başlanabilir. Sıkıyönetim ilan edildikten sonra İstanbulda 5 bin 104, Ankarada 300, İzmirde ise 170 kişi tutuklanır. Hükümetin yaptığı ilk açıklamaya göre gençlik Selanikteki patlamalarla ilgili bir miting düzenlemiş, komünistler de bundan faydalanıp tahribat yapmıştır.
Hükümet, 10 Eylül 1955te sıkıyönetim dolayısıyla üç bölgeye ayrılmış İstanbulda Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy askeri mahkemeleri olmak üzere üç ayrı mahkeme kurar.
Hâkimler, özellikle polislerin faillerle ilgili hiçbir kanıt toplamamış olmasından şikâyetçidir. Sol eğilimli şahıslar veya komünistler ise polis tarafından rastgele hazırlanmış bir listeye göre tutuklanır. Listede, ölmüş veya askerde olan kişiler bile vardır. Tutukluların çoğu Aralık 1955te serbest bırakılır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, muhalefet lideri İsmet İnönünün, hükümeti ağır bir dille eleştiren ve gerçek suçluları takip yerine suçsuz vatandaşlara işkenceyle suçlayan konuşmasıdır. Menderes, bu konuşma için İnönüye, “Paşam vatan bu konuşmayı affetmeyecek” diyecektir.
6-7 Eylül olayları iktidardaki Demokrat Partisi, Milli Emniyet Hizmetleri (MAH), öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve Kıbrıs Türktür Cemiyetinin (KTC) işbirliğiyle organize edilmiştir. Görünürde öğrenci dernekleri tarafından resmi olarak Ağustos 1954te kurulan KTCnin amacı Kıbrıs konusunda Türkiyenin pozisyonunu desteklemek ve kamuoyu yaratmaktır.
Fakat aslında Londradaki Türk büyükelçiliğinin telkiniyle hükümet tarafından kurulmuş olan bu derneğin yönetiminde şu adlar görülür: Hikmet Bil (Hürriyet gazetesi yazıişleri müdürü ve avukat), Hüsamettin Canöztürk Milli Talebe Federasyonu Başkanı), Orhan Birgit (gazeteci), Ziya Somer (öğrenci) ve gazeteci olduğunu öne süren Kamil Önal. Dernek, kuruluşundan itibaren hükümetle yakın işbirliği içinde olmuştur. Örneğin Hikmet Bil, Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülüye 1952 Atina gezisinde -Menderesin özel isteğiyle- refakat eder. Her ne kadar Bil derneğin halktan bağış toplayarak Kıbrıs davası için hükümete teslim ettiğini öne sürse de, aslında tersine devletin desteği söz konusudur; KTCye kuruluş yılında 350.bin TL, daha sonra da her sene 200.bin TL ödenir. Sadece gazeteci değil, aynı zamanda MAH üyesi olan bir diğer idare heyeti üyesi Kamil Önal ise KTCden önce, Ermeni ve Kürtlerin aktivitelerini gözlemlemek üzere Suriyede görev almıştır. KTC aynı zamanda öğrenci ve gençlik dernekleriyle de yakın ilişki içindedir. Örneğin Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Hüsamettin Canöztürk KTCnin idare heyetindedir ve dernekte öğrenci sayısı bir hayli yüksektir.
KTCnin diğer bir ayağını teşkil eden sendikalar da o dönemde hükümet tarafından finanse edilen ve ideolojileri devlet tarafından belirlenen örgütlerdir. KTC ile sendikalar arasındaki işbirliği, KTC şube başkanlarıyla sendika başkanlarını aynı kişilerin teşkil etmesine kadar gidebilmektedir. Tekstil Örme Sanayii İşçileri Sendikası Başkanı Bahir Ersoy, hem Türkiye Milli Gençlik Teşkilatının (TMGT) başkanı, hem de KTCnin kuruluş üyesidir.
KTC Paşabahçe şubesinin idare meclisi de Paşabahçe Cam ve Şişe Sanayii İşçileri Sendikasının idare heyetince oluşturulmuştur. Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası İdare Meclisi Üyesi Fethi Çelik aynı zamanda KTCnin Karagümrük şubesi idare meclisine, Su İşçileri Sendikası üyesi Kemal Nadi, Fatih şubesi idare meclisine üyedir.
Annem başörtüsü taktı, Türk sandılar
 Kumkapıda, iki katlı kâgir evinin önünde, yarım yüzyıl önceki kâbusu anlatıyor, Sarkis Çerkezyan. Gizli TKP üyesiydi. Kumkapıda iki marangoz dükkânı vardı. Evi Yedikuledeydi.
“Anneme, Müslüman kadınlar gibi görünsün diye beyaz başörtüsü taktık. Pencereye bir bayrak uydurduk. Kapıya oturdum. Kalabalık bir grup önümden aktı. Kiminin elinde bir top kumaş, kiminde bir makine parçası vardı. Bütün cadde eşya doldu. Sadece Rum evlerini değil, tüm gayrımüslimlerinkini yağmaladılar. Yedikule Caddesi üzerindeki bir kiliseyi ateşe verdiler. Kıvılcımlar bizim evin üstüne düşüyordu. Caddede üç kişi durdu. Bizim eve bakıyorlardı. Yanlarına gittim, Bu evin sahibi Ermeni. Şimdi Floryada yazlıkta. Aşağıda ben varım, hatırlatırım dedim. Annem Müslüman bir kadın gibi kahve pişirdi. İçtik birlikte… Yağma saatler sürdü. Gece yarısına kadar kapıdan ayrılmadım. Sonraki gün dükkânıma gittim. Kepenkler kırılmış, dükkâna girilmişti. Benim dükkâna komşum Laz Mehmet girmiş. Sabahları birlikte çay içerdik. Çok ağrıma gitti.
Evet, 6-7 Eylülde çok çektik. Ama bu halkın çok iyiliğini gördük. Tehcirden kaçıp Karaman dağlarına çıkan babamı, idam fermanı olmasına rağmen sakladı Türk köylüsü. Eşimin cenazesine ta Silifkeden geldiler. Ermenistana yerleşecektim, bırakıp da gidemedim. Hem hanım istemedi hem de yoldaşlarım bırakmadı. Çünkü büyük düşlerimiz vardı.”
Tanıklar anlatıyor: Beyoğlunu yıktılar siz duruyorsunuz…
“Üç parti olarak geliyorlardı. İlk parti bağırıyor çağırıyor, ikinci parti Rum dükkânlarını kırıyordu. Kepenkler kolay açılmıyordu. Hazırlıklıydı bu iş, ellerinde demir sopalar, kepenkleri deldiler, açtılar, neler varsa hepsi yere döküldü. Üçüncü parti hırsızlık için geliyordu. Ve çanlar çalıyordu, kiliselere girdiler, çanları çalıyorlardı. 12ye kadar yani… Nasıl yaşadık, tarif edemem.”
Rumlar 1953-1954 yıllarında Kıbrısın Yunanistana ilhakı istemiyle
adada Türklere ve İngilizlere yönelik şiddete başlarlar. Kısa sürede Kıbrıs sorunu milli bir dava haline döner.
“O yıllarda ekonomik durgunluk vardı, enflasyon artıyordu. Müthiş bir darboğaza girdi Türkiye, darboğaza girince, halkın (ilgisini) başka bir tarafa çekmek icap etti.”
Birbiri ardına Kıbrıs sorununu sahiplenen dernekler kurulur. Ulusal basında başlatılan bir kampanya ile Patrikhane ve Rumlarla ilgili yayımlanan olumsuz haberler, vatandaşların Ya Taksim, ya ölüm sloganları ile İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde mitinglere zemin hazırlar.
Takvimler 1955 yılını gösterdiğinde, Kıbrıs sorunu iç ve dış politikanın en önemli tartışma konusu haline gelir. Ağustos sonunda başlayan ve İngilterenin davetiyle düzenlenen Londra Konferansında adanın ve garantör devletlerin statüleri tartışılır. Konferansın ikinci tur görüşmeleri başlamadan bir gün önce 4 Eylül günü Kıbrıslı Türkler, Rumların adada yürüttükleri Enosis politikasını mitinglerle protesto ederler.
6 Eylül, öğle saatleri
6 Eylül günü, Selanikteki Atatürkün evinin bombalandığı haberi İstanbula ulaştığında Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay öğle yemeğinde beraberdir. Menderes, haberin radyodan duyurulması talimatını verir. İstanbul Ekspres gazetesi de ikinci baskısını yaparak haberin tüm İstanbulda duyulmasını sağlar: “O gün Dolmabahçedeki maçtan çıktık, kapıda akşam gazeteleri vardı. Ekspres, büyük başlık atmıştı, Atamızın evi bomba ile hasara uğradı diye. Herkeste büyük bir infial doğdu. Fakat sonradan öğrendik ki,
Atatürkün evine bombayı koyan MİTmiş.” (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Kıbrıs sorunuyla ilgilenen dernekler bu haberi kısa sürede duyar ve misillemeye yönelik açıklamalar yaparlar. Tepki sokağa dökülmeye hazırdır ve aynı gün, akşamüstü derneklerin örgütlediği büyük bir grup Taksime yürüyüşe geçer. İlerleyen saatlerde Ya Taksim, ya ölüm, Kıbrıs Türktür, Türk kalacaktır sloganları ile yürüyen gruplar ilk olarak Rum gazetelerinin bürolarına saldırır.
“O akşam sinemadaydım, meğer ki gündüzden beri hazırlıklar varmış, Süreyya Sinemasındaydım, film oynarken durdurdular filmi, biri çıktı sahneye bir şeyler söyledi, Ne alakası var dedik, yine de aymadık, çıktık ki millet caddelerde!” (71 yaşındaki eczacı M.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Ancak Müslüman ailelerin bir kısmı o gece olacaklardan haberdardır: “Haber geldi bize, bu gece bir şeyler olacak dediler, biz korktuk sanki bize olacakmış gibi. Manolun kurukahve dükkânını, Rum gazinolarını kırdılar. Rumların nesi varsa hepsini kırdılar. Yervant vardı, o Yahudiydi, onun mefruşat dükkânının camlarını kırdılar, yırttılar kumaşları; topları böyle arabaların arkalarına bağladılar, arabanın biri bu tarafa gitti biri şu tarafa, yırttılar onları.” (60 yaşındaki ev kadını M.Y., Akdeniz Sesleri)
Korkmayın, biz buradayız
“Olaylar bizim burada, Büyükderede de başlayınca, gayrimüslim komşularımız tedirgin oldu, biz de onları evimize aldık. Babam kiliseye takıldı. Ama yine de arkadan girip yakmışlar kiliseyi. Sabaha kadar nöbet tuttuk. Başka yerlerden motorlarla gelenler oldu.” (84 yaşındaki müteahhit S.O., Akdeniz Sesleri)
“Büyükdereli gençlerin, bizlerin Rum arkadaşlarımız vardı. Ben o zaman kulüp başkanıydım, Rum çocukları çağırdım, Telaş etmeyin biz buradayız, size bir şey yaptırmayız dedim. Korktular, sindiler, dövecekler, parçalayacaklar, öldürecekler diye. Hiç unutmam Andon vardı, matbaacı. Apostol vardı sonra. Beyaz Parka doğru sahilden yürüyoruz beraberce, bu arada haberler geliyor, Beyoğlunu şöyle yıktılar, böyle parçaladılar. O sırada bir araba geldi, kırmızı vişneçürüğü renginde. Arkasından upuzun kumaş parçası, sürünüyor yerlerde. Tam parkın önünü dönerken, arabanın içinden, Ne duruyorsunuz lan Beyoğlunu yakıyorlar, Rumların yerlerini yıktılar, siz duruyorsunuz! dediler. Araba hızla gitti. Andona dedim ki, Sen merak etme, evine bıraktım onu. Kilisenin kapılarını kırmışlar, çok güzel ikonalar vardı, hep parçalamışlar, yerlere atmışlar.” (Emekli bankacı H.Ö.)
Kiliseler de yağmalandı
Şehrin dört bir yanında, evler ve işyerleri yağmalanırken, kiliseler de ateşe verilir; hatta bazı gayrimüslim mezarlıkları parçalanır. Balıklı Rum Kilisesinin papazı öldürülür. Kiliselere girdiler, bidonların içine gaz doldurdular, kiliseleri yaktılar, Burası Rum kilisesi dediler. Samatyadaki kiliseye girmişler, orayı da tarumar etmişler. Sanmışlar ki, o da Rum kilisesi, kilise ya! Mahmutpaşayı berbat ettiler. Onlar sandılar ki bütün şeyler dükkânlar Rumdu, halbuki Ermeni de vardı orda. Genel olarak Ermeni kilisesine dokunmadılar, ne patrikhaneye dokundular, ne Kumkapıdaki kiliseye dokundular. Tertipti, tertip şöyle ki Aileye dokunma, mala dokun, aileye dokunmadılar. Geldiler, ne varsa yıktılar, radyoları aşağı attılar, buzdolaplarını aşağı attılar. Çapulcular, Rumların kadınlarının ellerinden, yüzüklerini, bileziklerini aldılar. Dışarıdan gelenler, Hangisi Ermeni evi, hangisi Rum evi? diye soruyorlardı. Bizim yanımızdaki ev Rumdu, onu tarumar ettiler.”
Olaylar yağma ve talana dönüşür.
“Bizim köşedeki mezeciye, sütçü Argiri, saldırdılar. Bahariye Caddesi ve Altıyoldan aşağı kumaş dükkânları ve kuyumcular yağma edildi. Ben gözümle gördüm kaşarpeyniri imalathaneleri vardı, kaşarlar denize yuvarlanarak gitti. Kumaş yığınlarından, tramvaylar çalışamadı.” (67 yaşındaki şoför A.İ.T., Akdeniz Sesleri)
Yüksek rütbeli bir Türk bürokratın itirafı: Atatürkün evi, 6-7 Eylül Olaylarında bir gerekçe olarak kullanılmak amacıyla bombalandı. İngiliz ve Alman kaynaklarına göre olayların tertiplenmesinde devlet ve hükümet yetkililerinin de payı vardı
6-7 Eylül Olaylarından bir ay evvel Kıbrıs Türktür Cemiyetinin (KTC) faaliyetleri artar; Hikmet Bil ve Kamil Önal, Londra, Kıbrıs ve İstanbul arasında mekik dokur. Ağustos 1955 ortasında üç şubesi olan derneğe, 6 Eylüle kadar 10 yeni şube eklenir. Bunların birçoğunun Demokrat Partinin ocak bucak örgütleri tarafından kurulmuş olması dikkat çekicidir.
4 Eylül 1955 günü Hikmet Bil öğrencilere verdiği bir direktifle Taksim Meydanında Rumca gazeteleri yaktırır. Kamil Önal ise aynı gün, üzerinde Kıbrıs Türktür yazılı tam 20 bin plakatı bastırtıp öğrencilere dağıttırır. Olaylardan bir gün evvel Menderes, Bil ile görüşüp Londradaki Kıbrıs konulu konferansa katılmış olan Zorludan bir şifreli telgraf aldığını ve bu telgrafta Zorlu, Türkiyeden tepki beklediğini, Londrada zapt edilemeyen bir Türk kamuoyundan bahsedilmesini istediğini anlatır.
Bu bilgi aynı gün Bil tarafından KTC şubelerine iletilir. 7 Eylül 1955 günü KTCnin tüm idari meclis üyeleri tutuklanır ve dernek kapatılır. Tutuklananlar arasında sendikalı işçi, öğrenci ve DP üyesi çoktur. İşçi sayısının fazlalığı, sendika başkanlarının KTC üyelikleriyle
açıklanabilir. Tutuklamalar sonucu 34 sendika kapanır. Olaylardan evvel işçiler, sendika başkanları tarafından mobilize edilmiş, sendikaların yardımıyla taş, balta, gibi araçlar temin edilmiş, Tekstil İşçileri Sendikası tarafından bayraklar dikilmiştir. Şoförler Cemiyeti ve Motorlu Taşıt İşçileri Sendikasının üyeleri sayesinde ise saldırganları şehrin tüm noktalarına taşıyan araçların koordinasyonu sağlanmıştır.
Tutuklananların büyük bir kısmı aynı zamanda Demokrat Parti üyesidir. Partinin Kızıltoprak şubesi üyelerinden, Fenerbahçedeki saldırgan grubunun önderi Serafim Sağlamel, elinde gayrimüslimlerin adres listeleriyle tutuklanır. 6 Eylül 1955 günü Demokrat Parti
üyeleri merkezden, İstiklal Caddesinde ufak çapta bir nümayiş düzenlenmesi ve birkaç dükkânın camının kırılması yönünde bir direktif almıştır. Tahribatın bu kadar büyük olması bazı parti üyelerini şaşırtmışa benzer.
Öğrenci ve gençlik örgütleri ise 6 Eylül öğleden sonra yapılan mitinglerde halkı kışkırtmak için kullanılır. Hem Milli Emniyet/Amele Hizmetleri (MAH) hem de Demokrat Parti ile yakın ilişkide bulunan Mürşit Yolgeçen adlı bir üniversiteli mitinglerde önemli bir rol oynamıştır. Yolgeçen, birkaç gün önce Üniversiteler İstanbul Talebe Cemiyeti adında, sadece beş üyesi olan bir dernek kurup, olayların başladığı saatlerde Beyoğlunda kendini bu derneğin başkanı olarak tanıtır ve Atatürkün evinin patlama haberini duyurur.
KTC ve gençlik örgütleri üyeleri hapishanede Emniyet Başmüfettişliğinin aralarına soktuğu bir ajana, bu olayların organizasyonu için hükümet ve devletin bazı resmi makamlarından para ve direktif aldıklarını ve serbest bırakılmadıkları takdirde bu durumu açıklayacaklarını itiraf ederler. Bu arada, kaldıkları hapishanenin koşulları oldukça elverişlidir. İstihbarat mensubu Kamil Önal hapishanedeyken KTC bürosunda bulunan ve istihbarata ait bir dosyayı öğrencilere yaktırır. Aralık 1955te, KTC idare heyetlerine üye 87 kişi serbest bırakılır ve 12 Şubat 1956da 17 kişiye dava açılır.
Tek suçları, gazete yakmak
Mahkemenin iddianamesi KTC üyelerini sadece olaylardan evvel Taksim Meydanında öğrencilere yaktırılan Rumca gazetelerden dolayı suçlamaya yöneliktir; 6-7 Eylül Olaylarındaki teşvik ve destekleri göz ardı edilir. Mahkemeye bu olaylarda Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci-gençlik dernekleri, sendikalar ve KTCnin işbirliğine işaret eden, 1. Şube tarafından hazırlanmış bir fezleke intikal eder. Fakat Emniyet Umum Müdürü Kemal Aygün, Kominformun bu olaylarla ilgisinin açıklanmadığı gerekçesiyle MAH mensubu general Şevki Mutlugilden yeni bir fezleke ister. Bu fezlekeye göre 6-7 Eylül Olayları, Kominform ve Komintern tarafından NATOya sabotaj amacıyla düzenlenmiştir. Sunulan kanıtlar, Türkiye Komünist Partisi broşürleri ile Nâzım Hikmetin Kıbrıs işçilerine emperyalist güçlere başkaldırma çağrısı yapan iki mektubudur. Mahkeme sadece bu ikinci fezlekeye dayanarak KTC ve gençlik derneği üyelerini yargılar.
İddianamede Kemal Önalın Lübnanda MAH için çalışırken Komintern çevreleriyle ilişkiye girdiği ve 6-7 Eylül Olaylarının organizasyonunda bu ilişkilerinden yararlandığı öne sürülür. Mahkemeye ve MAHtan gelen
ikinci rapora göre Önal, KTCdeki faaliyetleri sırasında ise artık MAH mensubu değildir. Bu argüman ile olayların organizasyonunda MAHın iştiraki imkânsız kılınmış olur. Oysa Selanikte Atatürkün evinin bahçesine konulan ve olayları başlatmak için gerekçe olarak kullanılan bombadan bile MAH sorumludur. Yüksek rütbeli bir Türk bürokrat, bir ABD Büyükelçiliği üyesine bu patlamanın 6-7 Eylül Olaylarında bir gerekçe olarak kullanmak için gerçekleştirildiğini itiraf eder. 12 Ocak 1957de tüm suçlular İstanbul 1. Ceza Mahkemesi kararıyla kanıt yetersizliğinden beraat eder.
Özellikle İngiliz ve Alman kaynaklarına göre, 6-7 Eylül Olaylarının organizasyonuna iştirak edenler arasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Gökay ile İzmir Valisi Kemal Hadımlı vardır. Emniyet Başmüfettişliğinin bir raporuna göre, hükümet Yunanistana baskı yapmak için küçük çapta bir olay planlamış, ama olaylar çok genişleyince suç komünistlere atılmıştır. 1960 darbesinden sonra kurulan Yassıada Mahkemesinde, adı geçen hükümet üyeleri 6-7 Eylül Olaylarından dolayı da suçlanır. Her iki mahkemede (İstanbul ve Yassıada) olayların Demokrat Parti üyeleri ile MAH, öğrenci/gençlik dernekleri, sendikalar ve KTCnin işbirliğiyle gerçekleştirdiğine dair delil bulunmasına karşın, iki davada da bu durum değerlendirilmez. İstanbul mahkemeleri (1955-1957) devletin olaylarla suçlanmaması için, önde gelen hükümet üyelerinin, DP parti üyelerinin ve MAHın failliğini göz ardı eder. KTCye açılan dava, cemiyetin önderlerinin mahkûmiyeti durumunda hükümetin olaylardaki sorumluluğunun ortaya çıkarılacağı tehditleriyle beraatla sonuçlanır.
Yassıadadaki davanın amacı
Yassıadadaki davanın amacı ise bu olaylarla ilgili olarak sadece Demokrat Partiyi suçlamaktır; zira KTC, MAH, öğrenci dernekleri ve sendikaların suçsuzluğunun İstanbul mahkemeleri tarafından ispatlandığı kabul edilmiştir. Suçlanan hükümet üyelerinin avukatlarının Yassıadada o dönemin MAH mensuplarının tanık olarak dinlenmesi talepleri reddedilir.
Dönemin istihbaratı henüz askeriyeye bağlı bir birim olduğundan, MAHı suçlamak, aynı zamanda 27 Mayıs 1960tan beri yönetimi elinde tutan askeri rejimi sorumlu tutmak anlamına gelecektir. Sonuçta İstanbul ve Yassıada davalarının amacı 6-7 Eylül Olaylarına açıklık getirmek değil, sadece dönemin politik tercihlerini savunmak ve meşrulaştırmaktır.
Tanıklar anlatıyor: Talan bitti, sıkıyönetim geldi
Anneannem ağlıyordu, Aman evladım kimsenin malına dokunma, bunlar bizim komşularımız diyerek… Derikli Ustanın meyhanesine ilk baltayı, her akşam orada veresiye içki içen zabıta vurdu…
Saatler ilerler, ancak semtlere dağılmış olan kalabalığın öfkesi dinmez. İstanbul en uzun gecelerinden birini yaşamaktadır. “Rum çocukları evlerine bıraktım, eve geldim. Caminin karşısındaydı evimiz. Anneannem kapının önünde taşın üzerine oturmuş, titriyor ve ağlıyordu. Beni görünce Aman evladım, kimsenin malına dokunma, bunlar bizim sittin senelik komşularımız diyerek ağladı. Bir şey oldu, bir süre sonra Rumlardan kalma bir tabak getirdiler eve, anneannem tepki gösterdi, Eve sokulmaz bunlar, tarumar oluruz dedi. Son dakikaya kadar burada, Büyükderede iskelenin içinde Anastas ve Niko vardı, pastacı, dükkânının yıkılmaması için sonuna kadar direttik. Fakat öyle bir güruh geldi ki, üf, gözü dönmüş, parçaladılar dükkânları…” (72 yaşındaki emekli bankacı H.Ö., Tarihe Bin Canlı Tanık)
Aynı gün bir başka ilde, İzmirde de şiddet olayları yaşanır. Saat 24.00te İstanbulda ve İzmirde sıkıyönetim ilan edilir, sokağa çıkmak yasaklanır. Emniyet müdahalede gecikmiştir:
“Polis istese mani olamaz mı, yahut asker, olurdu. Modada, karşıda, meyhane vardı Derikli Ustanın, demir kepenkli, orada her akşam veresiye içen bir belediye zabıta memuru vardı, kepenge ilk baltayı o vurdu. Bizim evin altında Aksiyotis vardı, düzgün, emeğiyle geçinen, vasat ama medeni kimselerdi, ter ve korku içindeki hallerini hatırlıyorum. Feci bir şeydi, 5-10 gün kulağımdan şangırtı sesleri gitmedi.” (71 yaşındaki eczacı M.Z., Akdeniz Sesleri)
“Pastane Stasuliyi kırdıklarında, bir bekçi vardı, Hadi çocuklar tamam, tamam diyordu. Bir akrabam da Çengelköyde dedi ki, bir gece içinde polisi, bekçisi hepsi değişmiş.” (68 yaşındaki emekli öğretmen E.P., Akdeniz Sesleri)
Akşam saatlerinde Ankaraya doğru yola çıkan trene ulaşan dehşet haberleri, Bayar ve Menderesin İstanbula dönmesine yol açar. Bakanlar Kurulu, sıkıyönetim kararı alır. Bu arada Londra Konferansındaki Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorluya olaylarla ilgili bilgi verilir.
“Ordu gelince çil yavrusu gibi dağıldılar, kimse kalmadı. Bu olaylardan sonra aradan zengin olanlar oldu. Ama sonunda tonganın altına Menderes gitti, o ayrı.” (78 yaşındaki emekli öğretmen O.D., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“En çok İstiklal Caddesine zarar verildi. Günlerce o çöpler durdu. Temizlenemedi İstanbul. Hadiselerden sonra 3-4 gün sokağa hiç kimseyi çıkarmadılar. Yüksekkaldırıma indiğim zaman, bir de ne göreyim, o güzelim vitrin camları aşağıda, piyanolar, orglar, kontrbaslar, saksofonlar yerlerde, parça parça. Ve dükkânın kepenkleri kazmalar, küreklerle parçalanmış. Ve içeri girdiğiniz zaman, baktım birisinin elinde süpürge, böyle süpürüyor dükkânın içini, mal sahibiymiş, Geçmiş olsun dedim. Sağ olun dedi, Şu dükkânın haline bakın diye ağlıyordu adam.” (76 yaşındaki kunduracı S.B., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“İnanır mısınız, 5-6 ay Beyoğluna çıkamadım, o manzarayı görmemek için. Derler ki, bir ay, bir buçuk ay, tabii peynirler, yağlar dökülmüşler, onların o kokuları çıkmamış Beyoğlundan.” (Emekli bankacı H.Ö.)
Yaraları yine komşular sardı
Günün ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dehşetin yaralarını yine komşular sarar: “Birçok Müslüman Türk komşumuz vardı, bize geçmiş olsun demeye geldiler. Ama bazıları da gece köşeye çıktı, Var olun çocuklar, var olun diye destek verdi ve tabii artık onlar bize selam veremiyorlardı. O günden sonra içimize korku girdi. Bu olayları yapanlar bilmediler ki, düşünmediler ki, bu zarar memleketin zararı. Evet, Rumundu, bilmem neydi, ama burada yaşıyordu, para, devletin parasıydı.” (E.P.)
İki günün sonunda pek çok insan tutuklanır. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa eder. Kıbrıs Türktür Derneği kapatılır. 12 Eylül günü Meclise taşınan olaylarda DP iktidarı komünistleri suçlar, aralarında Kemal Tahir ve Aziz Nesinin bulunduğu insanlar tutuklanır, ancak 1956da aklanırlar.
“Ben hep diyorum, Türkiyenin ekonomisi, 6-7 Eylülden sonra bozuldu. Çünkü devlet (zararlara karşılık) para ödedi. Ondan sonra Türkiye çöktü. Türkiyenin ekonomisini tutuyordu onlar. Taksimde tek dükkân kalmadı. Eskiden parası olmayanlar zengin oldu.” (70 yaşındaki ev kadını K.A., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“Çıkıyorduk, her yerde yazılı, Vatandaş Türkçe konuş. Rumca konuşamazsın, gâvursun. 56da, Angelos karısını aldı, İtalyaya kaçtı. Biz kaldık. Biz gitmek istemiyorduk İstanbuldan tabii. her sabah, adamın biri geliyordu köşede Lulayı kolluyordu, bekliyordu. Sokağa çıkamıyorduk. Ondan sonra, 64te, yavaş yavaş hepsi gittiler, yani Rum kalmamaya başladı İstanbulda. Artık yaşanmazdı burada.” (74 yaşındaki ev kadını F.S., Tarihe Bin Canlı Tanık)
“Biz bu 55teki olayları unuttuk, çoğumuz. Ve gittiler diyorlar, bazı Rumlar da diyor bunu. Yoo, o zamandan sonra biz gitmedik. 50 aile gitmiştir belki, 56larda, 57lerdeki hadiselerden sonra. 63te Kıbrıs çok alevlendi. Ya Taksim, ya ölüm her tarafta megafonlar, mikrofonlar, sinir harbiydi bizim için, doğruya doğru. O zaman, işte, hayatımız zordu. Rum olduğumuzu söylemeye çekiniyorduk. Mesela diyorduk ki çocuklara, Sesli Rumca konuşmayın, Konuşacaksanız sessiz konuşun. Çünkü hemen görüyordunuz, yüz ifadesi değişiyordu insanların. Bu benim vatanım. Ben burada doğdum, burada yaşadım, anam, babam, böyle. Ben nasıl gideyim, Amerikaya giden Rumlardan değilim, biz göçmen değiliz bir defa. Ben burasını seviyorum, Yunanistanı da. Ama burası da benim vatanım. Sonradan göç başladı ya, 63ten sonra, 64te. Hiç gitmeye niyetimiz yoktu. Diyordu ki eşim Eğer mecbur kalırsak, sonuncusu olayım, buradan gidişimle!” (E.P.)
Arka bahçede yanan perde
“Biz uyuyorduk, aşağıda Erzurumlu kiracılarımız vardı. Onlar duymuşlar, geldi kapıları vurdu, Kalkın dünya yıkılıyor, siz daha yatıyorsunuz diyerekten. Bir kalktık, hakikaten dünya yıkılıyor, o, ben, ablam, birkaç kişi toplandık, sokağa çıktık. Felaket. Arabaların arkasına (kumaş) topları takıyorlar, toplar, dört tane takıyor, dört parça arabalar sürüklüyor topları. Çikolatadan geçemiyorsun, yerlerde şekerler çürüyor, basıyor millet. Osmanbeye doğru gittik. O kristaller, saatler, pastalar, çikolatalar… Osmanbey yıkılıyor, bütün millet orada. Nişantaşına döneceğiz, bizim mahallenin delikanlıları, o zamanlar, bir mağaza, Dede mağazası, kırıyorlarmış orda, böyle bir top çocuk tulumu geldi kucağıma. Ablam dedi, Bunların malı bize yaramaz, ver sen bunu aldı paramparça etti kumaşları. Bir tek pembe şapka kalmış elimde, vermedim onu sakladım. Oradan Nişantaşına gittik, çok fettandı, bu benim büyüğüm ablam. Bir top perde gelmiş onun kucağına, nasıl biliyor musunuz, bütün sim, altın gibi bir perde, oradaki apartmanlardan, nerden kırmışlarsa. Eve getirdi perdeyi, bu sefer bir komşumuz, Böyle bir perde sizde yok, ya sizi karakola götürürlerse. Başladı mı ablam dövünmeye, Biz napacağız, bunu. Hadi bakalım, kovanın içine sokar perdeyi, bir de kibrit çakar, yak Allah yak, haftalarca o per- de yandı. O komşunun yüzüne yaktık, ama dünya hakikaten kırıldı, çok berbattı, yani çıkılmıyordu, Osmanbeye, Nişantaşına.” (80 yaşındaki işçi N.Ç., Tarihe Bin Canlı Tanık)
(Tuğba Çameli ile Akdeniz Sesleri ve Tarihe Bin Canlı Tanık Projeleri ekibince hazırlanmıştır. Toplumsal Tarih Dergisi Eylül Sayısı)