11 Mart 2014 Salı

DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 - 1957 Seçimleri

DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 - 1957 Seçimleri

Demokrat Parti yukarıda bahsedildiği üzere iktidara gelir gelmez dini açılımlı bazı icraatlarda bulunmuştu. 18 yıldır Türkçe okunmakta olan ezan tekrar Arapça aslıyla okunmaya başlanmış, okullarda din dersi konulmuş, imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri açılmış, yurt genelinde
cami sayısı giderek artmıştı.Bazı tarikatlar Kur’an kursları açmaya başlamış ve daha serbest hareket etme olanağı bulmuş, Ankara Radyosundan her hafta Cuma sabahları Kur’an-ı Kerim okunmuş, daha sonraları Mevlid yayınları yapılmıştır. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açılmıştır.Tüm bu gelişmeler özellikle CHP’yi kaygılandırmış ve DP iktidarı döneminde Atatürk Devrimlerinden ödün verildiği propagandası sıklıkla yapılmıştır. Özellikle iktidarın kendisine yakın bulduğu İslamcı basını desteklediği yolunda çeşitli söylentiler git gide yayılmaktaydı. Bu uygulamalar DP’nin bazı sıkı önlemler alması sonucunu doğurmuş ve basın üzerinde sansürü ağırlaştırmış, hatta İslami görüşte yayınlar yapan bazı basın-yayın organlarını kapatma yoluna gitmiştir.
Yeni iktidarın; muhalefete ve memleketin sağduyulu insanlarında yarattığı ilk hayal kırıklığı, daha doğrusu bunun davet ettiği endişe, yeni Başvekil Adnan Menderes’in 20 Mayıs 1950’de okuduğu hükümet programı nutku ile başladı. Bu nutukta Atatürk’ün bir defa olsun adı geçmiyordu. Demek ki, karşılaşılan yalnız bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının gelişi şeklinde bir siyasi değişiklik veya çok partili rejime geçiş şeklinde bir rejim değişikliği karşısında değildik. Sanki geçmişin, milli gururu besleyen hatıralarına karşı bir kopuş vardı. Menderes bu ruh halini, 14 Mayıs inkılabının, gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemlisi olduğunu ilan ederek açığa vuruyordu. Bu ruh hali, Menderes’in Demokrat parti iktidarının sonuna kadar, bütün davranışlarına hakim olacaktır.[1]
Bu dönemde Ticaniler denilen bir tarikatın, Demokrat Parti’nin Atatürkçülükten uzak bir siyaset sergilemesinden aldıkları cesaretle Atatürk büstlerine saldırmaya başladığı şayiaları da dillerden düşmüyordu. Bu söylentiler Demokrat Parti’yi zor duruma düşürüyordu. Bu durum karşısında iktidar, 1951 Temmuz’unda 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış ve bu tür fiillerle, Atatürk’e tahkir, küfür, aşağılama vb. nitelikli yazı ve sözlere 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezaları getirmiştir. Bu kanun günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Soğuk Savaş Yılları ve Türkiye’nin NATO’ya Üye Olması:

II. Dünya Savaşı sonunda Sovyet gücü karşısında paniğe kapılan Avrupalı devletlerin, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un 17 Mart 1948’de imzaladıkları “Brüksel Anlaşması” ile ortaya çıkan ortak savunma programının iki kutuplu dünya düzeninin şartlarına uymaması Kuzey Atlantik Anlaşması teşkilatını doğurmuştur. Savaş sonunda Batı dünyasının tartışmasız lideri konumuna yükselen Amerika Birleşik Devletleri’ni dışlayacak bir Batı savunma sistemi ne mümkün ne de anlamlıdır. Nitekim Brüksel Anlaşmasını imzalayan beş ülke ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada arasında başlayan görüşmelere İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz de katılmıştır. 4 Nisan 1949’da NATO kurulmuştur.[2]
II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutuplu bir sisteme geçmiş, komünist yayılmadan çekinen Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa devletleri ABD’nin liderliğinde 1949’da Washington Antlaşması’yla kurulmuştur. Temel amaç üye ülkelerin güvenliğini sağlamak, komünist bloğun yayılmasını engellemek, askeri ve stratejik konularda ortak hareket etmek vb. hedeflerden ibarettir. ABD bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinde birçok askeri üsler oluşturmuştur. Üye ülkeler birbirlerinin askeri güvenliğini ve toprak bütünlüğünü, bağımsızlıklarını korumayı güvenceye almışlar ve Nato üyesi bir ülkeye yapılmış olan bir saldırıyı tüm Nato üyesi ülkelere yapılmış kabul edeceklerini anlaşma ile garanti altına almışlardır.
Doğu bloku adı verilen Doğu Avrupa’daki bazı sosyalist rejimle yönetilen ülkeler ise bu girişim karşısında Sovyetler Birliği liderliğinde 1955 yılında Varşova Paktı’nı kurmuş ve dünya “Özgür Batı Bloku” ile “Sosyalist Doğu Bloku” olarak ikiye bölünmüş ve bu bölünüş de soğuk savaşın temellerini atmıştır. Varşova Paktı ülkeleri de kendi aralarında askeri ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmek için bir takım ikili anlaşmalar yapmışlardır. Bu pakta üye 8 ülke vardı. Bunlar, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya, Bulgaristan ve Çekoslovakya’dan oluşan ülkelerdir. Bu ülkeler, o dönemde dışa son derece kapalı oldukları için “demir perde” ülkeleri olarak da anılmaktaydı.
Pro-Sovyet Balkan ülkelerinin hızla silahlanması ve Yugoslavya üzerinde artan Sovyet baskısı NATO Başkumandanı Eisenhower’ın kuvvetlerinin güney-doğu kanadını güçlendirmek istemesi ve Batı Avrupa’ya yönelik bir Sovyet saldırısı durumunda Sovyetler Birliği’nin Kafkasya ve Urallar bölgesine düzenlenecek hava akınları için Türkiye’de kurulacak hava üstlerine duyduğu ihtiyaç ve Ortadoğu bölgesinin artan önemi Türkiye’nin NATO’ya alınışını sağlamıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması ve Kore Türk Tugayı’nın gösterdiği başarıların NATO’ya girişi ne ölçüde etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Türkiye, Yunanistan’la birlikte 16-20 Eylül 1951 tarihleri arasında toplanan NATO Bakanlar Konseyinin verdiği olurla ittifaka katılmış, katılma ile ilgili ek protokol Ekim 1951’de imzalanmıştır.[3]
Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine Batı Avrupa devletleri uzun süre karşı çıkmışlar; Ortadoğu’nun bir parçası sayılan Türkiye ile kendi bölgelerinin ortak yönlerinin olmayışı, Türkiye’nin ittifaka dahil edilişinin kendileri açısından bir yararının olmayacağı ve sorunlu bölge olan Ortadoğu’nun meselelerinden uzak durmak istemeleri bu görüşte olmalarına yol açmıştır. ABD açısından ise Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında olması, Ortadoğu’nun kendisi açısından önemi Türkiye’nin üyeliği önem arz etmekteydi. Türkiye açısından bakıldığında ise, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda ayrıcalık elde etme idealinde olması ve değişen dünya şartlarında kendisini Batı’ya yakınlaştırmak istemesi böyle bir birlikteliği gerekli kılmıştır.
Türkiye, ittifaka üyeliği hızlandırmak için ve sol görüşlü Türk aydınlarının karşı çıkmalarına rağmen 1950 yılında Kore’ye 5090 kişilik bir Tugay göndermiştir. İskenderun’dan hareket eden Türk tugayı yaklaşık bir ay süren deniz yoluyla Kore’ye varmış ve Kore’de, eşine nadir rastlanır dillere destan bir kahramanlık örneği sergilemiştir. Özellikle Kunure Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve üstün cesaretiyle Amerikan bir Amerikan birliğini Komünistler karşısında yok olmaktan kurtarmıştır. Bu savaşta Türk askerleri zaman zaman yaralı Amerikan askerlerini kilometrelerce omuzlarında taşımışlardır. Türkiye 18 Şubat 1952 tarihinde Yunanistan’la birlikte NATO’ya resmen üye olmuşlardır.
Türkiye’nin NATO’ya girmesini yalnızca Sovyet tehdidine karşı güvenlik sağlamak açısından değerlendirmek eksiktir. Üzerinde en çok durulan Sovyet tehdidi, Türkiye’de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Türkiye, savaş sonu dünyasına çok partili demokratik rejimi kurma çabaları ve çok önemli ekonomik kalkınma sorunlarıyla girmişti. Ekonomik kalkınma olmadan demokrasinin kurulamayacağı, kurulsa bile gelişemeyeceği evrensel olgusundan hareket eden Türk yöneticileri NATO üyeliğini modern Türkiye için gerekli görüyordu. Üstelik savaş sonrası siyasal istikrarsızlık döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de yeni silahlarla ateş gücünün yükseltilmesi gerekiyordu. Türk yöneticileri tüm bu amaçların gerçekleşmesinde dışarıdan gelecek ekonomik ve askeri yardımı bir önkoşul olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Dolayısıyla Türk Hükümetinin bakış açısına göre, Türkiye’nin NATO üyeliği ekonomik, siyasal ve askeri gelişme amaçlarına yardım edecekti.[4]
Ancak NATO’ya girildikten sonra Türk ordusu, Amerikan çıkarlarının belirlediği Amerikan global stratejisinin bir unsuru durumuna gelmiştir. Yani artık genel stratejinin sadece bir parçasıdır. Bu çerçevede Türk Genelkurmayı talimnameleri dahi hazırlanmaktan vazgeçip İngilizce’den tercümeye yönelecektir. Amerikalılar yaptıkları baskılar neticesinde Harp Akademilerinde eğitim kısalmıştır. 1949-1950’ye kadar 3 yıl olan öğretim süresi Amerikan usulüne göre aralarında en az 2 yıl aralık bulunacak şekilde 2 eğitim yılına indirilmiştir.[5]

Balkan Paktı:

Türkiye, NATO’ya 1952 yılında üye olup güvenliğini sağlama yolunda olumlu bir adım atmış ve özellikle Sovyet tehdidini bir ölçüde nötürize etmiştir. Ancak Trakya sınırını da güvence altına almanın yolunu araması ve özellikle ABD’nin bu konudaki ısrarlı teşvikiyle Türkiye’yi bazı Balkan ülkeleriyle yapmış olduğu işbirliği ve savunma anlaşması yapma yoluna gitmiştir.
Menderes’i Balkan Paktı fikrine iten bu jeopolitik anlayış olduğu gibi, aynı zamanda ABD’nin Yunanistan’ı olduğu gibi, Türkiye’yi de Yugoslavya ile askeri işbirliğine zorlaması/itmesidir. Balkan Paktı’na giden yolu 1948’de Stalin-Tito çekişmesi sonucunda, Yugoslavya’nın Kominform’dan ayrılması açmıştır. Bu durum ABD’nin Yugoslavya’ya mali yardım yapmasını beraberinde getirmiş, Yugoslavya ile Yunanistan arasındaki ilişkiler düzelme sürecine girmiştir. ABD Balkanlar bölgesinde Sovyet etki sahası olmaktan çıkan Yugoslavya’yı dolaylı da olsa Batı güvenlik kuşağına dahil ederek, Balkanlarda doğan güç boşluğunu giderme politikasına yönelmiştir. Böylelikle Türkiye-Yunanistan-Yugoslavya arasında 1952 yılında hükümet temsilcileri düzeyinde görüşmeler sürmüş, bir savunma birliği konusunda görüşler berraklaşmaya başlamıştır. Nitekim Tito, 7 Ağustos 1952’de Belgrad’da bulunan bir Türk heyetine şöyle demiştir: İlişkiler öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız siyasi ve ekonomik değil, aynı zamanda askeri işbirliği de düşünülebilir.[6]
Menderes, Yugoslavya’nın NATO’ya alınması gerektiği inancı ile NATO konseyine resmi öneride bulunmuştur. Ancak Tito, Yugoslavya ile İtalya arasındaki Trieste Sorununu ileri sürerek NATO’ya girmeye yanaşmamıştır. Bu değişik yaklaşımları bağdaştırmak için bulunan çözüm, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat 1953’te Ankara’da bir Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasının imzalanması olmuştur. Anlaşmaya göre üç devlet ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerinin görüşlerini alacaklar, Türk Yugoslav ve Yunan dışişleri bakanları yılda en az bir kez toplanacaktır. Üç ülke 6 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın Beld kentinde imzaladıkları anlaşma ile Pakta yeni bir karakter vermişlerdir. Anlaşmaya göre üç devlet, içlerinden birine veya birkaçına ülkelerin herhangi bir yerinde vuku bulacak silahlı tecavüzü bütün akit taraflara tevcih edilmiş kabul etmektedir.[7]
Stalin’in Mart 1953’teki ölümü ile tekrar iyileşme sürecine giren Sovyetler Birliği – Yugoslavya ilişkileri sonucunda Yugoslavya pakta gereken ilgiyi ve önemi göstermemiş ve bu durumda paktın amacını ve işlevini etkisiz hale getirmiştir. Öte yandan Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bunalım ve gerginlik paktın uzun ömürlü olmayacağının açık işaretiydi. Pakt ancak 1960 yılına kadar varlığını devam ettirebilmiş, bu tarihte tarafların ortak kararlarıyla sona ermiştir.

1954 Seçimleri:

DP, 1953‘te CHP’nin bütün mal varlığını haksız iktisap diye nitelendirerek hazineye geçiren bir yasa çıkarttı. (14 Aralık 1953) Bu, ana muhalefet partisinin etkinlik olanaklarını kısmak için bir hareketti. Fakat DP’nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefete karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattırıldı. (8 Temmuz 1953)[8]
1954 seçimlerinde DP oyların % 57’sini, CHP % 36’sını aldı. CHP’nin sandalye sayısı 21’e indi.[9] 2 Mayıs 1954’te yapılan seçimin sonuçları şöyledir:
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 10.262.063
Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.095.617
Seçime Katılma Oranı: % 88
Cumhuriyet Halk Partisi: 3.161.696
Cumhuriyetçi Millet Partisi: 434.085
Demokrat Parti: 5.151.350
Köylü Partisi: 57.011
Bağımsızlar: 137.318

CHP çökmüş, İsmet İnönü-Nihat Erim ikilisi eleştirilerin hedefine oturmuştur. Bu çöküntü; CHP muhalefetinin kendisini bütün kayıtlardan sıyırmasına, her türlü insaf ölçüsünden ayrılmasına sebep olacak, bu da DP’nin akıl almaz hatalarına yol açacaktır. Şimdi Menderes, seçim sonuçları karşısında duygulanmış “Böyle bir millete hizmet yolunda canım feda olsun” demektedir.[10]

Bağdat Paktı:

Balkanlardan sonra Ortadoğu bölgesinde de askeri güvenliğini artırma ve işbirliğini sağlamak için Menderes hükümeti döneminde oluşturulmuş bir örgüttür. ABD dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimleri ve çabaları sonucu askeri işbirliğine dayalı bir örgüt olarak 1955 yılında kurulmuştur.. Üyeleri Irak, Türkiye, İngiltere, Pakistan ve İran’dan oluşmaktaydı. Bağdat Paktı bazı Arap ülkelerinin tepkisini çekmiştir. Örneğin Mısır ile Suriye bu pakta tepki olarak 1958 yılında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmişlerdir. Fakat Suriye 1961’de bu birlikten ayrılmıştır. Mısır’ın resmi adı 1971 yılına kadar “Birleşik Arap Cumhuriyeti” olarak kalmıştır.
Bu birliktelik hakkında Oral Sander şu bilgiyi vermektedir: 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu. Suriye önderleri önderleri, Sovyet taraftarı Genelkurmay Başkanı ve yerel komünistlerin eylemlerinden korkarak Nasır’a başvurmuşlar ve Nasır da bunu olumlu karşılayınca BAC kurulmuştu. Suriye önderlerinin düşüncesine göre, Nasır’ın Mısır’da komünistlere karşı uyguladığı sert politika ve tedbirler, bu birleşmenin sonucu olarak, Suriye’de de etkili olabilirdi.[11]
Bağdat Paktı’nın kuruluşu temelde Menderes Kabinesinin Arap ülkeleri ile ilişkilerinde aldığı tavırdan değil Amerikan askeri stratejisinin dayatmasından doğmuştur. Sander, Amerika açısından Bağdat Paktı’nın kurulmasının nedenlerini şöyle sıralar:
  • Doğrudan bir Sovyet-Amerikan çatışmasına varacak sürtüşmelerden kaçınmak,
  • Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de egemen bir duruma gelmesini engellemek,
  • Bölgedeki kaynaklar ve özellikle petrolün Batı’ya akış yollarını korumak ve sürdürmek,
  • İsrail devletinin varlığını sürdürmesini sağlamak[12].

Arap ülkelerinin, özellikle Mısır’ın şiddetli muhalefetine rağmen 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği anlaşması imzalanmıştır. İngiltere 4 Nisan 1955’te, Pakistan 23 Eylül 1955’te, İran ise 3 Kasım 1955’te pakta katılmışlardır. Bağdat Paktı 14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleşen ihtilalden sonra Irak’ın pakttan ayrılması ile niteliğini yitirmiş, paktı ikame etmek için CENTO kurulmuş ise de istenilen amaca ulaşılamamıştır.[13]

1958 askeri darbesinin ardından 1959 yılında pakttan ayrılan Irak’tan sonra paktın genel merkezi Ankara’ya taşınmıştır; 20 yıl sonra 1979’da İran ve Pakistan’ın da pakttan ayrılmasından sonra CENTO da Balkan Paktı’nın akıbetine uğrayıp dağılmıştır.
6 -7 Eylül Olayları:
Demokrat Parti’nin 10 yıllık tarihinde 6 -7 Eylül olayları oldukça mühim bir öneme haizdir. Olaylar, sadece Türkiye’de değil Batı’da da geniş yankılar bulmuştur. Olayların meydana gelişinin temelinde Kıbrıs sorunu yatmaktaydı. Bilindiği üzere Kıbrıs 1960 yılına kadar İngiltere’nin denetiminde iki uluslu bir toprak parçasıydı. 1955 tarihinde adadaki Rumlar, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için EOKA terör örgütünü kurarak adadaki Türklere karşı kıyıma başladılar. Lozan’dan o tarihe kadar Türk kamuoyunda pek konuşulmayan bir konu olan Kıbrıs, İngiltere’nin de kışkırtması ile Türkler ve Rumlar açısından milliyetçi duyguların ön plana çıktığı bir kaynar kazana dönmüştür. Olaylar Londra’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın geleceğini ilgilendiren konuların görüşüldüğü konferansın henüz bitmeden başlamıştır.
Türk Dışişleri Heyeti Londra’da mücadelesini sürdürürken 6 Eylül 1955’te İstanbul’da inanılması güç olaylar oluyordu. Radyo öğle yayınında Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığını bildirmiş, bazı gazeteler de haberi manşetlerine çekmişlerdir. Kıbrıs dolayısı ile gergin olan halkta bu haber barut fıçısına düşen kıvılcım etkisi yapmış, binlerce insan sokağa dökülmüştü. Olayın görüntüsü böyle idi.[14]
Fakat Beyoğlu’ndaki dükkanlar yakılıp yıkılıyor, malları yağma ediliyordu. Gösteri Rum ve Ermeni vatandaşlarla bunların ev ve işyerlerini hedef almış, tam bir yağma – çapul hareketine dönüşmüştü. Beyoğlu’nu enkaa çeviren binlerce kişiye müdahale edilemiyor, devlet ve hükümet an be an büyük bir sorumluluğa sürükleniyordu.[15]
O akşam bütün İstanbul’da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezarlıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İstanbul’da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir düzen olduğu izlenimi veriyordu. Polis önceleri seyirci, sonra da çaresiz kalmıştı. Olay gece yarısı ordu birlikleri tarafından bastırılabildi. Sıkıyönetim ilan edildi ve işi komünistler yaptı diye birçok solcu tutuklanıp aylarca hapis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada’daki Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarını Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Yunan makamları ise Atatürk’ün evine bomba atmaktan sorumlu birkaç Türk yakaladılar, bunlar mahkum oldular. Bunlardan biri daha sonra Türkiye’de valilik yapacaktı. Öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi ama çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneğidir. DP, meclis soruşturması önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.[16]
Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu. İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı. (Örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111kişi) Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu[17]

1957 Seçimleri:

1957 seçimleri CHP’nin yükselişi ile sonuçlandı. Ekonomik sıkıntılar, siyasi kavga ve çekişmeler, DP’deki bölünme ve 7 yıllık bir iktidarın doğal sonucu olan yıpranma, seçim sonuçlarını DP aleyhine etkiledi. Ama DP yine birinci partiydi ve yine iktidara getirilmişti. 27 Ekim 1957 seçimlerinin sonuçları şöyledir:
Kayıtlı seçmen Sayısı: 12.078.623
Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.250.949
Seçime Katılma Oranı: % 76.6
Cumhuriyet Halk Partisi: 3.753.136 (% 40.5)
Cumhuriyetçi Millet Partisi: 652.064 (% 7.05)
Demokrat Parti: 4.372.621 (% 47.26)
Hürriyet Partisi: 350.597 (% 3.78)
Bağımsızlar: 4994 (% 0.05)

DP’nin oy oranı bu seçimlerde % 50’nin altına indi. Muhalefetin toplam oy oranı % 50’nin üstüne çıktı. Çoğunluk sisteminin garipliği bu seçimde de kendini gösterdi. DP’ye oy verenlerin sayısı CHP’ye oy verenlerin sayısından sadece 619.000 kişi fazla idi. Ama DP 419 milletvekili ile yine iktidardı. Bütün muhalefet oyları ise DP’nin aldığı oydan 388.000 oy fazla idi. Sonuçlara bir seçim sonucu olarak değil, bir referandum sonucu olarak bakarsak DP’nin başarısını sürdürdüğü anlaşılır. Halk DP’nin iktidarının devam etmesini istediğini, başarılı olmadığı takdirde iktidardan uzaklaştırmak için bir dönem daha beklemeyeceğini söylemişti. DP’nin Ankara’da kaybetmesinden, CHP ayrı bir moral kazandı.[18]

Gerek CHP yöneticileri, gerekse CHP’li yurttaşlar seçimlerde hile yapıldığı kanaatindeydiler. İnönü’nün ve CHP yöneticilerinin, DP’nin seçimi seçmen sandık kütüklerinde yapılan tahribatlar ve DP’li militanların birçok sandıkta oy kullanarak kazandığına olan inançları CHP yönetimini sert bir tutuma sevk etmişti. İnönü, 29 Ekim’de TBMM’de Bayar, Koraltan ve Menderes’in kutlama törenlerine ve Anıtkabir’de yapılan resmi tören ile hipodromdaki resmi geçide katılmama kararı almıştı ve böylece DP’ye karşı 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan şiddetli mücadelesini başlatmıştır.[19]

Mustafa KÖSE

Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü
Yararlanılan Kaynaklar
[1] AYDEMİR, a.g.e., s. 192
[2] ÖZDAĞ, a.g.e., s. 35
[3] a.g.e., s.36
[4] Oral SANDER, Siyasi Tarih, 1918-1994, İmge Kitabevi, Ankara, 1989, s.266-267
[5] a.g.e., s. 40-41
[6] a.g.e., s. 43
[7] a.g.e., s. 43-44
[8] KOÇAK ve diğ., a.g.e., s. 216
[9] a.g.e., s. 216
[10] Recep Şükrü APUHAN, 27 Mayıs’tan Yassıada Mahkemelerine Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, s. 113
[11] SANDER, a.g.e., s. 309
[12] ÖZDAĞ, a.g.e., s.45
[13] a.g.e., s. 46
[14] APUHAN, a.g.e., s. 122-123
[15] a.g.e., s. 123
[16] KOÇAK ve diğ., a.g.e., s.217
[17] www.aleviyorum.com/makale-roportajlar/478-6-7-eylul-belgeseli.html (Mayıs 2008)
[18] APUHAN, a.g.e., s. 127-128-129
[19] ÖZDAĞ, ag.e., s.95

I. Menderes Hükümeti Programı

I. Menderes Hükümeti Programı
Büyük Millet Meclisinin Muhterem Azaları;
Dokuzuncu Büyük Millet Meclisinin milli tarihimizde alacağı yer her bakımdan çok mühim olacaktır. Tarihimizde ilk defadırki yüksek heyetiniz milli iradenin tam ve serbest tecellisi neticesinde millet mukadderatına hakim olmak mevkiine gelmiş bulunuyor. Dokuzuncu Büyük Millet Meclisinin azaları olan sizleri, Türk milletinin hakiki mümessillerini selamlamakla derin bir gurur ve iftihar duymaktayız.
Demokrat Partinin gayritabii siyâsi şartlar içinde devam eden beş yıllık çetin mücadeleleri on dört Mayıs seçimleriyle en muvaffakiyetli surette sona ermiş ve artık memleketimizde normal siyâsi hayat başlamıştır. Şüphe yok ki; on dört mayıs, bir devre son veren ve yeni bir devir açan müstesna ehemmiyette tarihi bir gün olarak daima anılacaktır. Bu tarihi günün hatırasını yalnız partimiz değil, Türk Demokrasisinin bir zafer günü olarak yadediyoruz.
Muhterem Milletvekilleri;
Böyle bir tarihi dönümün ilk hükümetini teşkil etmek, bizlere büyük bir şeref hissi telkin eylemektedir. Ancak hemen ilâve etmeliyiz ki, şayet programımızı tasvip ve vazife başında kalmamızı tensip buyuracak olursanız, bu şeref, bizlere yükleyeceğiniz mesuliyetle mütenâsip olacaktır.
Filhakika asırlarca geri kalmış bir memlekette, bugünün ileri milletleri seviyesine gelebilmek için duyulan ihtiyaçların sonsuz olmasına mukabil imkânlarımızın israf ve tahdit edilmiş bulunması Demokrat Parti Hükümetlerini bir müddet için, çok çetin meselelerle karşı karşıya bulunduracaktır.
Biz aynı partinin birbirini takibeden hükümetlerinden biri değil millet iradesiyle henüz iktidara gelen bir partinin hükümeti olduğumuz için, iktidarı devralırken karşısında bulunduğumuz müşküllere ve memleket işlerinin umumi manzarasına kısaca bir gözatmayı faydalı görmekteyiz. Bilhassa elimize mamur bir vatan devredilmekte olduğu iddialarına karşı bugünkü durumun umumi efkar önünde açıklanması zaruri oluyor.
Bir memlekette hükümetlerin en değersizi bile uzun müddet iş başında kaldıktan sonra, şurada ve burada vücuda getirdiği bazı eserleri göstererek övünebilir. Fakat her hangi bir hükümetin vazifesinde muvaffakiyet derecesinin hakiki ölçüsü ancak başardığı işlerle elinde mevcut imkânların karşılaştırılması neticesinde tâayyün eder.
Hakikat şudur ki; uzun süren tek parti hakimiyeti devrinin hükümetimize intikal eden neticeleri bu ölçüye göre, asla müsait sayılamaz. Nitekim memleketimizin geniş imkânlarıyla milletimizin yüksek vasıfları göz önünde tutulacak olursa uzun yılların beyhude israf edilmiş olduğuna ve hatta memleketin tabii inkişaf seyrinin hatalı ve sakat politikalarla engellenmiş olduğuna hükmetmek icabediyor.
Milli ve siyâsi murakabeden mahrum bir idarenin çok uzun yıllar sürüp gitmesi, birçok hataların irtikabına, israflara ve ifratlara yol açmıştır. Eski iktidarın tek parti hakimiyetinde ifadesini bulan siyâsi görüş ve kanâatleri onun iktisâdi ve mali politikasına da aksetmiştir. Vatandaş yalnız devletin siyâsi ve idari hükmü altında bulundurulmakla iktifa olunmak istenmemiş onu iktisâdi sahada da nüfuz altında tutmak temayülüne göre hareket edilmiştir.
Böylece, zamanla müdaheleci kapitalist, bürokratik ve inhisarcı bir devlet tipi ortaya çıkmıştır. Bu tip devletin; masrafları mütemadiyen artırarak memleketi borçlanma yoluna sokmuş olmasını ve iş ve istihsâl hayatını kısırlaştıracak iktisâdi kaynaklarımızın gelişmesine engel olmuş bulunmasını tabii görmek lazımdır.
Umumi bütçeden köy sandıklarına kadar devlet masraflarının mütemadiyen artırılması yanında bir de devlet iktisâdi teşekküllerinin ve her türlü gümrük duvarları ve türlü imtiyazlar himayesinde verimsiz çalışmaları ve mamüllerini pahalıya mal edip pahalıya satmaları memleketi ayrıca tazyik eden mühim bir yük teşkil edegelmiştir. Devlet imalâtçılığı gibi devlet nakliyeciliği de bu memlekete çok pahalıya mal olmaktadır. Devlet demiryollarının, akaryakıt fiyatlarının maksat tahtında çok yüksek tutulmasına ve yolsuzluğa rağmen şimdiden motorlu nakil vasıtalarıyla rekabet edemez hale gelmiş olmasının manası budur. İnhisarcı bir zihniyetle ele alınan devlet deniz nakliyeciliğinin iktisadiyatımız üzerindeki menfi tesirleri yanında bir de milli ticaret donanmamızın inkişafına engel olmuş bulunmasının zararlarını ilâve etmek icabeder. Devlet bankacılığı ile devletin istikraz politikasının rasyonel bir yolda olduğu iddia olunamaz. Faiz ve İskento hadlerinin yükseldiği şüphe yok ki, iş ve istihsâl hayatı üzerinde daima menfi tesirler icra edegelmiştir. Bundan başka, istikraz imkânları daraldıkça devlet faiz hadlerini yükseltmiş ve bu suretle de yerli sermaye terakümü ve bunun istihsâle akışı önlenmiştir. Bu yüzden, memlekette, istihsâl hacmımızla mütenasip bir kredi hacmının husul bulması bir türlü mümkün olamamıştır.
Devlet ormancılığının asıl ıstırabını yaşıyanlar orman çevrelerindeki binler ve binlerce köylümüz, milyonlarca köylümüzdür. Fakat, Devlet Orman İşletmelerinin yarattığı ıstırap bundan ibaret değildir. Her çeşit orman mahsullerinin fevkalade pahalı oluşu, bütün istihsâl şubelerinde ve geniş halk kütleleri üzerinde kötü tesirler yapmaktadır.
Bu hatalı gidişin akibeti meydandadır :
Yekünü her yıl artan ve açıkları her yıl kabaran bütçelerden istihsâlin artmasını sağlayacak tahsisat ayrılamamış, borçlar yekünü iki buçuk milyara yaklaşmış ve bilhassa zirai istihsâlimiz on beş, yirmi sene evvelki seviyelerde duraklamış kalmıştır. O kadar ki son senelerdeki dış ticaretimizin yekün hacmi 1934 - 1935 - 1936 senelerindekine nazaran çok daha aşağı bir seviyede bulunmaktadır. Harp yıllarının doğurduğu zaruretler neticesinde iki yüz on dört tona yükselen altın stoku şimdi yüz otuz ton civarına düşmüş ve döviz stokları da tamamen eriyerek açık bir duruma girilmiştir.
Yine bu hatalı siyâsetin tecellilerinden olarak 1949 yılında ihraç olunan tahvillerin ancak dörtte birinin satılabilmiş olduğu zikrolunabilir. Bilindiği gibi bu tahvillerin hem faizleri yüksek hem de baliğ oldukları yekün yirmi milyon lira gibi çok ehemmiyetsiz birer rakamdan ibaretti.
İşte bütün bunların neticesi hayat pahalılığı ve maliyetlerde yükseklik şeklinde tecelli etmiş, memlekette geniş halk kütlelerini sıkıntılara ve içtimai sefalete maruz bırakmıştır.
Maliyetlerin dünya maliyetlerine nazaran yüksek oluşu istihsâlimizin artmasına ve dış ticaretimizin gelişmesine mani teşkil eden sebeplerin başında gelmektedir.
Muhterem Arkadaşlar :
Şimdi, sıra cari bütçe hakkında birkaç söz söylemeye gelmiş bulunuyor.
Bilindiği gibi 1950 yılı bütçesinde görülen 174 milyon liralık açığın 155 milyon lirası Marshall Planı yardımından ve 19 küsur milyon lirası da iç istikrazdan kapatılacaktır. Marshall Planından temin olunacak 155 milyon liralık miktar için özel anlaşmalar gereğince taraflar arasında mutabakata varılması icabetmekteydi. Halbuki bu mutabakat bütçenin tasdikinden önce temin edilmediği gibi bütçenin tasdikinden sonra iktidarın devir alındığı güne kadar da aynı vaziyet devam etmiştir. Bu suretle sabık iktidar bu çok mühim bir meseleyi zamanında halletmeden mesuliyet mevkiinden ayrılmıştır. Bundan başka, bugün 137 tona düşmüş olan altın stokunun dört tonu daha döviz tedarik etmek için yine eski iktidarca bir ecnebi bankaya terhin edilmiştir ki, bu dört ton altının dahi elden çıkarılması bugün bir emrivaki halini almış bulunuyor.
Cari bütçenin gelir ve gider tablolarının umumi seyri hakkında şimdiden isabetli tahminlerde bulunmak müşkül olmakla beraber, iktidarın devir alındığı şu günlerde gelir tablosunun seyri aylık vasatilere göre daha şimdiden ehemmiyetli bir gerileme manzarası arzetmektedir.
İşte muhterem milletvekilleri; demokrat parti, iktidarı böyle bir vaziyette üzerine almış bulunuyor.
Hal böyle olunca, iktisâdi ve mali düşüncelerimize göre hükümetimizce takip edilecek yolu şu dört esasta ifade etmek mümkün olacaktır :
1. Bütün devlet hizmetlerinin görülmesinde azami tasarruf zihniyetiyle hareket ederek devlet masraf ve külfetlerini asgariye indirmek ve devlet bütçelerini iktisadi bünyemizin takatiyle mütenâsip ve hakiki manâsıyla muvazeneli bir hale getirmek.
Ancak bu suretledir ki iktisâdi bünye ferahlığa kavuşturulmuş ve yarının iktisâdi refahı ve mali istikrarı teminât altına alınmış olacaktır.
2. İktisâdi cihazlanmamızı süratlendirmek, Bu maksatla;
A) Bütçede envestisman mahiyetinde olan kısmı, mümkün olduğu kadar genişletmek ve bunun dışındaki bütün imkânlarımızı da yalnız ve yalnız istihsâle matuf mevkilere tevcih etmek;
B) Hususi teşebbüsün kendini hukuki ve fiili emniyet altında hissetmesini sağlayacak bütün tedbirleri almak ve onun süratle gelişmesine yardım etmek,
C) Memlekette mevcut sermayenin istihsâle akmasını kolaylaştırmak,
Ç) Yabancı teşebbüs sermaye ve tekniğinden geniş ölçüde faydalanabilmenin şartlarını tahakkuk ettirmek ve icaplarını yerine getirmek.
3. İktisâdi cihazlarımız için devlet bütçesinden envestisman mahiyetinde ayrılacak tahsisatı memleketimizin tabii şartları gözönünde bulundurularak vücuda getirilecek bir plana bağlamak.
4. İstihsâl hayatını devletin zararlı müdahalelerinden ve her çeşit bürokratik engellerden kurtarmak.
Yukarıda dört madde içinde toplamaya çalıştığımız esasların bütün hükümet şubelerine taalluk eden çok mühim ve çok çeşitli tedbirlere ihtiyaç göstereceği şüphesizdir.
Kanâatimizce ancak bu yollardan yürünmek suretiyledir ki, memlekette hayat pahalılığını önlemek, maliyetleri dünya seviyelerine yaklaştırmak; istihsâli hayat pahalılığının ve yüksek maliyetlerin baskısından kurtarmak, iş ve istihsâl hacmini genişletmek kabil olabilecektir.
İktisâdi bünyemizi ferahlığa kavuşturmanın ve iktisâdi cihazlanmamızı süratlendirmenin yolu da budur. Böyle müspet bir politikanın neticesi olarak memlekette hayat standardının yükseldiği, geniş çiftçi ve işçi kütlelerinin nisbi refaha kavuştuğu ve memlekette içtimai sefaletin derece derece azaldığı görülecektir.
Şimdiye kadar verdiğimiz izahattan anlaşılmış olacaktır ki, iktisâdi ve mali görüşlerimizin esası bir taraftan devlet müdahalelerini asgariye indirmek diğer taraftan iktisâdi sahada devlet sektörünü mümkün olduğu kadar daraltmak ve buna emniyet vermek suretiyle hususi teşebbüs sahasını mümkün olduğu kadar genişletmek diye ifade olunabilir. Bu esasların takibinden doğacak ilk neticelerden biri devlet tesis ve işletmeciliğini tabiatı ve mahiyeti icabı olarak yalnız ve yalnız hususi teşebbüs ve sermayenin hiçbir suretle ele alamayacağı işlere ve bir de aynı zamanda amme hizmeti mahiyetinde olan iktisâdi işlere hasretmek olacaktır. Çünkü bize göre hususi mülkiyet ve şahsi hürriyete dayanan bir iktisat rejiminde, iktisâdi sahanın asıl olarak ferde veya şirket halinde hususi teşebbüse ait olması lazımdır.
Devletin doğrudan doğruya iktisâdi teşebbüslere girişmesi nazım veya murakabeci olarak iktisâdi sahada üzerine vazifeler alması ancak bir istisna teşkil etmeli ve ancak kati zaruret haline inhisar etmelidir.
Bundan böyle amme karakterini haiz olmayan sahalarda işletmeciliğe geçmiyeceğimiz gibi muhtelif sebepler altında kurulmuş olan işletmeleri, amme hizmeti gören ve ana sanayie taalluk edenler hariç, muayyen bir plan dahilinde elverişli şartlarla peyderpey hususi teşebbüse devretmeye çalışacağız. Devlet iktisâdi teşekkül ve teşebbüslerinin iktisâdi bünye üzerinde teşkil etmekte oldukları ağırlığı hafifletebilmek için idare ve murakabelerini de daha sağlam esaslara bağlamak ve fuzuli görülen teşkilâtı lağvetmek kararındayız.
Ticari sahada iç dış şartların müdahaleyi zorlamadığı hallerde işi serbest ve normal kaidelere bırakmak asıl olacaktır.
Her hal ve kârda dış ticaret rejimimize kati bir istikrar vermek lüzumuna şiddetle kaniiz. Ofisler üzerinde durarak icabeden kararları alacağız.
Muhterem milletvekilleri,
Maliye sahasında iktisâdi takatimizle mütenasip denk bir bütçe getireceğimizi yukarıda ifade etmiştik. Fakat şimdi izah edeceğimiz sebeplerden dolayı bunun ne kadar güç olduğunu takdirde gecikmiyeceğinizden eminiz. Bugünkü devlet bütçesi pek iyi bildiğiniz gibi kolayca indirilemeyecek ağır yükler altındadır; ayrıca gelecek yıllara sari bir takım taahhütlere de girişilmiş bulunuyor. Buna mukabil bir taraftan gelir kaynaklarının kısırlaştırılmış olması, gelir vergisi ihdası suretiyle eski iktidarca atılmış olan mali adımın nereye varacağının malum bulunmaması gibi sebepler de bu husustaki zorluğu arttırmaktadır. Parti programımıza sadık kalarak vergilerde ıslahat yapmak ve bilhassa vasıtalı vergiler nisbetini vasıtasızlar aleyhine, indirmek suretiyle vergi adaletine yaklaşmak prensibini tamamiyle muhafaza ediyoruz. Geniş halk tabakalarını sıkan ve istihsâl hayatını baskı altında tutan bir takım vergilerden tenzilat yapmak suretiyle kazancı dar olan vatandaşları ve istihsâl hayatını ferahlığa kavuşturmak lüzumuna kaniiz ve bu maksatla muamele vergisi, yol vergisi, hayvanlar vergisi mevzularını yeniden elden geçirmeye karar vermiş bulunuyoruz. Ayrıca bazı inhisar maddeleri fiyatlarında da indirimler yapmak imkanını arayacağız. Fakat bütün bunların gelir vergisi tatbikatı neticeleri hakkında kati hesaplara varmadan şimdiden sarih olarak ifadesine imkân görmüyoruz. Ancak bütün bu müşküllere rağmen denk bütçe esasını behemahal tahakkuk ettireceğimizi şimdiden ifade edebiliriz.
Tekel mevzuunda asıl söyleyeceklerimiz, bir vergi olmak hedefini çoktan aşmış bulunan devlet inhisarcılığını asgari hadde indirmek kararındayız. Memleket ekonomisinde bir taraftan müstahsili diğer taraftan müstehliki yakından alâkadar eden bu konuların işletilmesinde mücerret devlet elinde bulunmaktan doğan ve hususi teşebbüslere yer vermeyen veya onlara üstün tutulan zihniyetin sona erdiğini şimdiden açıklıyabiliriz. Bunlardan hangilerinin doğrudan doğruya hususi teşebbüslere bırakılması ve hangilerinin ne gibi şartlarla devlet elinde kalması, gerektiğini tayinde kullanacağımız ölçü devlet masraflarına karşılık bulmak ve bunu kolayca elde etmek hedefi yerine memleket iktisadiyâtını mali politikanın dar çerçevesinden kurtararak vatandaş fâaliyetine hasretmek imkânlarını aramak ve hazırlamak olacaktır.
Gümrük mevzuunda tarifelerin milletlerarası anlaşmalar icaplarına göre, memleket ihtiyaçlarının inkişafına imkân verecek tarzda yeniden ve toptan gözden geçirilerek kanunlaştırılmasını zaruri görmekteyiz.
Muhterem Arkadaşlar,
Yeni iktidarı Halk Partisinden ayıran mühim bir görüş farkı da, zirâat işlerimizin ele alınışında tecelli edecektir.
Nüfusumuzun yüzde sekseni zirâatle meşgul bulunmakta, Türkiye'de zirâat milli ekonominin ticaretimizin ana kaynağını teşkil etmektedir. Bunun içindir ki milli gelirin artması ve her sahada kalkınmanın ana şartı bu temelin kuvvetlenmesi suretiyle mümkün olabilecektir.
Zirâatın iktisâdi bünyemizin temelini teşkil ettiğini hiç bir zaman gözden uzak tutmayacağız. Eski iktidarın yaptığı gibi gösterişçi ve pahalıya mal olan bir devlet müessesesinin, karasaban ve kağnının mahkümu olan geri bir zirai bünye üzerine kurulamayacağı, kurulmak istendiği takdirde ise milli ekonomiyi takatsiz düşüreceği hakikatı daima hesap olunmak lazımdır. Bugüne kadar takip olunan yol şayet şu kısaca ifade ettiğimiz görüşe mutabık olsaydı, yalnız zirâatimiz inkişaf etmekle kalmaz diğer bütün istihsâl ve iktisâdi faaliyet şubelerinde de çok feyizli gelişmelere şahit olmak mümkün olurdu.
Zirâati ön plana alan böyle bir görüşle hareket ederek zirai kredi davasını zirâat alet ve vasıtaları meselelerini hastalık ve haşerelerle mücadele, iyi tohum ve tohumlar; ıslah mevzularını zirâat tekniğini ilerletme çarelerini ehemmiyetle yeni baştan gözden geçireceğiz.
Küçük ve büyük sulama işlerine hız vermenin, verimi süratle artıran ve yeni yeni teşebbüslere geçmek imkânını veren bir mevzu olduğuna kaniiz. Topraklandırma işini daha emniyetli, pratik ve süratli usullere bağlamak niyetindeyiz.
Unutulmamak icabeder ki, daha düne kadar milyarı geçen devlet bütçesi içinde zirâat vekâletine tahsis olunan miktar otuz milyon lira civarında idi. Ve bu nisbet hiçbir zaman bütçenin yüzde üçünü geçmemiştir.
Çok uzun yıllar içinde Zirâat Bankasının tediye edilmiş sermayesinde esaslı bir fark görülmemiştir. Rakam olarak görülen farkların hakikatta para iştira kuvvetindeki düşüklüğün yarattığı farka bile tekabül etmediği basit bir hesapla ortaya çıkacak hakikatlardandır.
Bu sebeplerle evvela bütçenin diğer yeyici kısımlarından tasarruf edeceğimiz miktarlarla zirâat bütçesini takviye etmek ve zirâatimizin ana davalarını teşkil eden yukarıda ifade ettiğimiz mevzuları memleket çapında olarak ele almak azmindeyiz.
Sulama işleri gibi yol ve tarife meselelerini de zirâatimizle doğrudan doğruya alakalı mevzular addetmekteyiz. Hatta vergiler ve gümrük tarifeleri sistemleriyle zirâatimizi kuvvetlendirmenin çarelerini arayacağız.
Hulasa devletin bütün fâaliyet şubelerinde bu ana kaynağın inkişaf ettirilmesini temin edecek bütün tedbirleri almak kararındayız. Bu arada Zirâat Bankasının sermayesini sözde değil hakikatte arttırmak lüzumuna kani bulunuyoruz. Bunun ne miktara kadar yapılması kabil olduğunu esaslı tetkiklerden sonra tespit edeceğiz. Yine kredi mevzuunda kooperatiflere daha fazla ehemmiyet vereceğiz.
Orman meselesine gelince; derhal ve katiyetle söyliyelim ki, bugünkü sisteme behemahal son vereceğiz. Çünkü bugünkü sistem ormanların muhafazası için büyük fedakârlıkları istilzam etmekte, ötedenberi ormanla alâkalı milyonlarca vatandaşlarımızı mahrum ve meyus bir halde yaşatmakta ve bütün orman mahsullerinin çok pahalıya mal olması neticesini vermektedir. Diğer taraftan da bugünkü orman mevzuatı halkla hükümet arasında derin bir sevgisizlik yaratmakta çeşitli ahlâki zaaflara ve türlü kötülüklere zemin teşkil etmektedir.
Ulaştırma ve bayındırlık işlerimize evvela zirâat ve milli ekonomi ile çok yakından alâkalı mevzular olarak kıymet vermekteyiz. Sonra da ulaştırma ve bayındırlık sahalarındaki fâaliyetleri memlekette iktisâdi ve manevi bütünlüğü temin edecek mevzular olarak görmekteyiz. Ulaştırmada motorun süratli, kolay ve ucuz nakliyâtı temin ettiği bu devirde bilhassa karayollarına ehemmiyet vereceğiz. Köy yollarının yapılması hususunda, imkânların müsaadesi nisbetinde umumi bütçeden yardım teminini sağlayacağız.
Bugüne kadar yüz milyonu mütecaviz bir paranın sulama işlerinde nasıl heder edildiğini görmekle müteessiriz. Bu acı tecrübeden faydalanarak, israflara mevzu olmuş bulunan su işlerini istihsâl davamızın ana mesleği olarak ele alacağız.
Yapı ve imar işlerinde bugüne kadar devam edegelen lüks ve israf zihniyeti yerine zaruret halinde, ancak ihtiyaçlara cevap verebilecek, mali takatimize uygun mütevazi yapılar meydana getirme yoluna gidilecektir. Gerek devlet hazinesinden ve gerekse, diğer amme müesseselerinde kati ihtiyaca ve iktisâdi maksatlara karşılık olmayan inşaata müsâade etmeyeceğiz.
Sıhhat işlerimizin hatta komşu memleketlere nisbetle ne derece ihmal olunduğu ve hususiyle köylümüzün sağlık meselesi hakkında hemen hiçbir şey yapılmadığı acı bir hakikattır. Bu vaziyeti gözönüne alan hükümetimiz bir taraftan şehirlerimizdeki hastanelerin tanzimine ve çoğaltılmasına çalışırken, diğer taraftan da köylümüzün tıbbi ve sıhhi ihtiyaçlarının tatminini ehemmiyetle ele almak kararındadır. Yeni portatif hastaneler ve sağlık merkezleri tesisi hususunda şimdiden teşebbüslere geçmiş bulunuyoruz. Verem, sıtma ve sair bu gibi içtimai bir musibet halini alan hastalıklara karşı daha geniş ve ciddi bir mücadele programı hazırlamak ve bu arada koruyucu tababete lâyık olduğu ehemmiyeti vermek azmindeyiz. Bu tedbirler, memleketin iktisâdi kalkınmasıyla ve halkımızın yaşayış şartlarının yükselmesiyle mütenâsip olarak umumi sıhhat durumumuzun da iyiliğe doğru gitmesini temin edecektir.
Mâarif işlerimize gelince,
Maddi bakımdan ne kadar ilerlemiş olursa olsun, milli ahlakı sarsılmaz esaslara dayanmayan, ruhunda manevi kıymetlere yer vermeyen bir cemiyetin, bugünkü karışık dünya şartları içinde kötü akibetlere sürükleneceği tabiidir. Talim ve terbiye sisteminde bu gayeyi gözönünde bulundurmayan, gençliğini milli karakterine ve ananelerine göre manevi ve insani kıymetlerle teçhiz edemeyen bir memlekette ilmin ve teknik bilginin yayılmış olması, hür ve müstakil bir millet olarak yaşamanın teminâtı sayılamaz. Yıllardanberi sarih bir istikametten ve rasyonel bir plandan mahrum olduğu için mütemadi değişikliklere, sarsıntılara uğrayan mâarifimizin, milletçe katlanılan büyük maddi fedakârlıklara mütenâsip bir verimlilik arzetmediği açık bir hakikattır. Hükümetimiz, parti programımızda tesbit edilmiş esaslar dairesinde, bu büyük milli davayı bir kül halinde ehemmiyetle ele almış bulunuyor. Tamamiyle demokratik bir ruh ile ve ilmin son neticelerine göre tespit edilecek geniş ve teferruatlı bir plan içinde mâarif nimetini memleketin her tarafına müsavi şartlarla yaymayı temin edecek kanun tasarılarını hazırlıklarımız biter bitmez yüksek tasvibinize arzedeceğiz.
Muhterem Arkadaşlar,
Memleketimizde çalışma hayatını ve işverenlerle işçi münâsebetlerini içtimai adalet prensiplerine uygun olarak kanun ve nizam yollarıyla düzenlemek, çalışanların yaşam seviyesini umumi heyet seviyemizle ve memleketin iktisâdi imkânlarıyla mütenâsip surette yükseltmek, cemiyette sosyal güveni temin etmek gayemiz olacaktır.
Demokrasi prensiplerine göre tabii bir hak olarak tanıdığımız grev hakkını sair demokrat memleketlerde olduğu gibi, içtimai nizamı ve iktisâdi ahengi bozmayacak surette kanunlaştıracağız.
Şimdiye kadar Çalışma Bakanlığının teftiş ve murakabesi haricinde bırakılmış olan bir kısım devlet sanayii ile bu teftiş ve murakabenin hudutları içine alınacak, garp demokrasilerinde kabul edilen esaslar dairesinde işçilere, ücretli tatiller veya ücretli mezuniyetler sağlanması imkânları araştırılacaktır.
Çok Muhterem Milletvekili Arkadaşlarımız;
Seçimlere takaddüm eden zamanlarda Demokrat Parti adına neşrolunan seçim beyannâmemizde ifade ve taahhüt olunduğu gibi iktidar değişikliğinin memlekette maddi ve ruhi hiçbir sarsıntıya meydan vermemesi ve bilhassa bir devri sabık yaratmak gibi meşum temayüllerin önlenmesi esaslarında azmimiz katidir.
Bundan başka gene seçim beyannâmemizde yazıldığı üzere, millete mal olmuş inkılâplarımızı mahfuz tutacağız.
Demokratik inkılâbımızın bugüne kadar elde edilmiş neticelerini mahfuz tutmakla kalmayıp, Anayasada vatandaş hak ve hürriyetlerine ve millet iradesine dayanan istikrarlı bir devlet nizamını teminât altında bulunduracak esaslı tadiller hazırlayıp huzurunuza arzetmek kararındayız. Bunun sebebi, bugünkü Anayasının kuvvetler birliği esasına dayanması ve vatandaş hak ve hürriyetlerini kafi teminât altında bulunduracak müeyyidelerden mahrum olmak itibariyle millet hakimiyeti yerine tek parti hakimiyetinin kurulmasına mani olamamış bulunmasıdır. Bununla muvazi olarak kanunlarımızda itiyatlarımızda ve telâkkilerimizde tek parti devrinden arta kalan ne varsa tam olarak tasfiye edeceğiz.
Bu cümleden olmak üzere, mesela matbuat ve ceza kanunları, memurin muhakemat kanunu gibi belli başlı antidemokratik hükümleri ihtiva eden kanunları ve mevzuatımız içinde yer yer tesadüf olunan buna mümasil hükümleri demokrasi ruhuna uygun tadillerle huzurunuza getireceğiz.
Adalet işlerinin yürütülmesinde başlıca esas, teminâtlı bir adalet sağlanmasıdır. İnsan ana haklarının ve hürriyetlerinin tam korunabilmesi, adaletin yerine getirilmesinde sürat, intizam ve sadelik bulunmasına bağlıdır. Bu maksadın temini için adalet cihazlarımızın kuruluşunu belirtecek esaslı hükümlere ihtiyaç vardır. Bu bakımdan, mahkemelerimiz teşkilât sistemini tesbit edecek bir kuruluş kanunu hazırlamak kararındayız. Bu kanunun dayanacağı prensipler adalette genel vicdanı tatmin edebilecek sürat ve verimlilik olacaktır. Yeni kuruluşla hem ahenk olarak, bir taraftan Adalet Bakanlığı teşkilât kademelerinde rasyonel bir cihazlanma meydana getirilecek; diğer taraftan usul kanunlarımız yenilenecektir.
Yargıçlarımızın, anayasadan aldıkları teminâtı hakkıyla gerçekleştirecek hükümler tesis etmenin zaruretine inanıyoruz. Bunun için yargıcın hukuki durumunu tayin eden Hakimler Kanunu hükümleri yeni baştan gözden geçirilerek kendilerine sağlanması zaruri teminât tesis olunacaktır.
Ana kanunlarımızın hayatın ilerlemesine tevafuk etmeyen ve tatbikatta güçlükler doğuran hükümleri tekrar gözden geçirilerek yeni medeni ihtiyaçlara mutabık hükümler haline sokulacaktır.
Aynı zamanda, adalet duygularına ve ceza hukuku esaslarına uygun bir af kanunu tasarısı meydana getirebilmek için gereken tetkiklere girilmiş olup yakında bu tasarıyı Büyük Meclise sunacağız.
Gene memlekette istikrarı teyit ve vatandaş haklarını teminât altında bulundurmak bakımından, idare cihazının, iktidar değişmesinin tesirlerinden masun ve yalnız kanunun emrinde ve milletin hizmetinde bulundurulmasını zaruri görmekteyiz. Bu maksadın elde edilmesi her şeyden evvel her sınıf memur hak ve haysiyetinin kanunlarla mahfuz bulundurulmasına bağlıdır. Devlet memurları şahıs veya zümrelerin emir veya arzularına tabi olmaktan kurtarılmaları esbabı üzerinde duracağız.
Muhterem Arkadaşlar;
Devlet cihazımızın bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale getirilebilmesi için bilumum devlet hizmetlerinin rasyonel olarak yeni baştan tanzimini zaruri görmekteyiz. Bu suretle hizmet verimini artırmakla beraber her bakımdan tasarruf temin edileceği aşikardır. Memurlarımızı nisbi bir refaha kavuşturmanın yolu da ancak bu olabilir. Bütün bunları yaparken hiçbir kimsenin mağduriyetine asla meydan vermiyecek usullerin bulunabileceğine şüphe etmiyoruz.
Muhterem Arkadaşlar,
Biraz yukarıda millete mal olmuş inkılâplarımızın korunmasından bahsetmiştik. Bu konuda bilhassa üzerinde duracağımız mesele memleketi içinden yıkıcı aşırı sol cereyanları kökünden temizlemek için icabeden kanuni tedbirleri almaktır. İrticai ve ırkçılık gibi ayırıcı cereyanları vasıta olarak kullanan ve çok defa kendisini bu maskeler altında gizleyen aşırı solcu hareketlere karşı gereken bütün kanuni tedbirleri almakta asla tereddüt etmeyeceğiz. Biz bugünün şartları içinde aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalâa etmek gafletinde bulunmayacağız. Bugün aşırı sol cereyanlara mensup olanların, mücerret bir fikir ve kanâat sahibi olmaktan ziyâde yıkıcı cereyanların aletleri olduklarına şüphemiz yoktur. Fikir ve vicdan hürriyeti perdesi altında bütün hürriyetleri kan ve ateşle yok etmekten başka bir maksat gütmeyen bu ajanları adalet pençesine çarptırmak için icabeden kıstasları vuzuh ve katiyetle tespit etmek zaruretine inanıyoruz. Ancak bu suretledir ki, mizah veya siyâsi tenkit kisvesi altında ayakta tutunmak istenilen ve hakikatta düpedüz aşırı sol cereyanların eseri olan neşriyatın tahribatından memleketi korumak kabil olabilecektir. İrticai tahrike asla müsâade etmemekle beraber din ve vicdan hürriyetlerinin icaplarına riayet edeceğiz. Hakiki layikliğin manâsını biz böyle anlamaktayız. Programımızda da sarahaten ifade edildiği gibi, hakiki layıkliği dinin devlet siyâsetiyle hiçbir ilgisi bulunmaması ve hiçbir din düşüncesinin kanunların tanzim ve tatbikinde müessir olmaması şeklinde anıyoruz. Bu itibarla gerek din dersleri meselesinde gerekse din adamlarını yetiştirecek yüksek müesseselerin faaliyete geçmesi hususunda icabeden tedbirleri süratle itihaz etmek kararındayız.
Bugün herhangi bir partinin değil bütün milletin müşterek kanâatının bir ifadesi olan dış siyâsetimiz hakkında fazla bir şey söylemeye ve Birleşmiş Milletler idealine olan samimi bağlılığımızı tekrara lüzum görmüyoruz. Ananevi İngiliz ve Fransız ittifakına ve Birleşik Amerika ile en sıkı dostluk ve işbirliğine dayanan, dostluklarına daima sadık kalan, uzak yakın ve büyük küçük bütün milletlerin istiklâl ve toprak bütünlüklerine her zaman hürmetkar olan dış siyâsetimizin sulhçü mahiyeti bütün dünyaca malumdur. Bu açık ve samimi siyâsetimizin coğrafi durumumuzun ehemmiyet ve nezaketi ve milletimizin en ağır şartlar altında dahi tebarüz eden yüksek ruhi kudreti itibariyle, demokrasi cephesi ve cihan sulhü için mühim bir amil olduğuna inanmaktayız. Truman doktrini ve Marshall yardımıyla bu sulhçü siyasetimizi desteklediğinden dolayı kendisine milletçe samimi şükran hisleri beslediğimiz büyük dostumuz Birleşik Amerika ile ve büyük müttefiklerimiz İngiltere ve Fransa ile siyâsi, iktisâdi kültürel münasebetlerimizi, samimiyet ve anlayış havası içinde her gün daha kuvvetlendirmek en büyük emelimizdir.
Bu arada, cihan sulhu için haiz olduğu ehemmiyet her gün daha iyi anlaşılan şarki Akdeniz emniyetini maddi ve manevi bakımlardan korumak ve kuvvetlendirmek için, bir taraftan büyük dostumuz ve müttefiklerimizin dikkat ve alâkalarını bu mesele üzerine çekmek, diğer taraftan da kendilerine sıkı dostluk rabıtaları ile bağlı bulunduğumuz Yakın Şark devletleriyle daha sıkı münâsebetler kurarak bu bölgelerde adalet ve anlayış esaslarına dayanan samimi bir dostluk ve tesanüt havası yaratmak lüzumunu duymaktayız. Kanâatimize göre, bu neticenin süratle elde edilmesi yalnız bu bölgelerin değil hatta orta şark memleketlerinin, binnetice dünyanın emniyeti bakımından da büyük bir ehemmiyet arz etmektedir.
Dış siyâsetimizden bahsederken, iç ve dış emniyetimizin en büyük istinâtgahı olan milli müdafâamız meselesi üzerinde de ehemmiyetle durmak lazımdır. Çok şerefli tarihi anânelerin sahibi ve milli varlığımızın koruyucusu olan askeri kuvvetlerimizi, son tecrübelerin ve teknik terakkileri neticelerine göre en yeni silahlar veren modern usullerle teçhiz ve takviyeye bütün kuvvetimizle çalışacağız. Memleketin maddi ve manevi bütün kudret kaynaklarına dayanmak ve sulhte olsun harpte olsun bu kaynakların birbiri ile ahenktar ve mütenâsip bir surette çalışması imkânlarını sağlamak suretiyle, iktisâdi bünyenin istitâati içinde, milli müdafâamızı, en sağlam esaslara istinat ettirmek kabildir. Büyük dostumuz Birleşik Amerika'nın askeri sahadaki maddi ve teknik yardımlarından, aynı zihniyet ve anlayış daha geniş mikyasta ve daha süratle istifadeler temini tahakkuk ettirmeye çalışacağız.

Demokrat Parti’nin halkla ilişkileri üzerine bir inceleme

Demokrat Parti’nin 

halkla ilişkileri üzerine bir inceleme

Halkla ilişkilerin, oluşması ve gelişmesi, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, ülke içindeki ve uluslararası alandaki ekonomik ve siyasal yapılarla tarihsel paralellik göstererek biçimlenmiştir. Bunların yanı sıra, ekonomik çıkarları destekleyen yönetsel güç elde etme ve sürdürme amaçlı stratejilerin çizilmesinde, taktikler kullanılarak kontrol mekanizmaları geliştirmekte halkla ilişkilere etkin rol düşmektedir. Siyasal partiler, devlet kurumları ve sivil toplum örgütleri günlük etkinliklerinde gerektiğinde profesyonel yardım alarak halkla ilişkiler uygulamaktadırlar. Siyasal halkla ilişkiler kurumsal olandan bilinçli olarak ayrılmıştır. Amerikan türü siyaset anlayışının sadece siyasal süreçlere ve bu süreçlerin de seçim süreçlerine indirgenmesi nedeniyle, kurumsal halkla ilişkiler, siyasal iletişim ve siyasal halkla ilişkiler dışında tutulmuştur.
Halkla ilişkiler tarihi ve gelişmesiyle ilgili olarak hem siyasal partiler, hem kurumlar hem de şirketler bağlamında dünyada ve Türkiye’de son derece fazla sayıda araştırma bulmak mümkündür. Türkiye’de ise yapılan araştırmalarda, niteliksel ve tarihsel değerlendirmeler son derece sayılıdır, buna karşılık şirketlerin sorunlarına yönelik ve onların etki/başarı elde etmelerine odaklanan yönetimsel araştırma karakterini taşıyan araştırmalar çok fazladır. Dolayısıyla, Türkiye’de, halkla ilişkilerin yapısal doğasını tarihsel bağlamda irdeleyen veya siyasal halkla ilişkileri, biliş yönetimi bazında ele alıp inceleyen bilimsel karaktere sahip araştırma bulmak bir hayli zordur. Aynı zamanda, hem üniversiteler hem de özel şirketler tarafından seçimlerle ilgili olarak yapılan kamuoyu araştırmaları niceliksel olarak son derece fazla olmasına rağmen bu araştırmaların akademik veya bilimsel değeri çok şüphelidir. Tüm bu durum, şirket, kurum ve siyasal parti halkla ilişkilerinin, bilimsel geçerliliğe ve güvenirliğe sahip araştırma tasarımlarıyla incelenmesi gereksinimini doğurmaktadır. Özellikle Türkiye’de siyasal halkla ilişkilerin, ikna ve etki gibi modası geçmiş ve basit bir anlayışın ötesine geçerek tüm yönleriyle ciddiyetle ele alınması, incelenmesi gerekmektedir. Halkla ilişkilerin klasik ve ana akım algılanışına bir alternatif olarak Erdoğan’ın yapıtı (2006) örnek verilebilir. Asya’daki ilk Türk kavimlerinden, Osmanlılara ve oradan da Türkiye Cumhuriyetine uzanan uzun bir tarihsel çerçeve içinde halkla ilişkiler Türkiye’deki akademik gelenekte alışılmamış biçimde sunulmuştur ve bu sunumla araştırılması gereken birçok soruyu da öne çıkarmıştır. Bu makale yukarıda tartışılan gereklilik ve araştırma gereksiniminden hareket ederek, Türk siyasal tarihinde önemli bir başlangıç yapmış olan Demokrat Parti (DP) dönemindeki halkla ilişkilerin karakterini incelemek için hazırlandı. DP’nin siyasal iktidarı elde etme ve tutma mücadelesinde partinin halkla ilişkiler faaliyetlerinin karakteri belirlendi. Makalede incelenen dönem, DP’nin halkla ilişkiler stratejilerini yoğun bir şekilde kullanmaya başladığı iktidara gelmesinden başlayarak 1960’da ihtilal ile iktidarı kaybedene kadar olan dönemdir. Bu makalenin amacı siyasal halkla ilişkiler alanındaki ciddi eksiklikleri giderme çabalarına katkıda bulunmaktır.
Bu makalenin kuramsal gerekçesine göre, Türkiye’de siyasal ve ekonomik kültürü (neyin nasıl yapıldığının ve yapılmadığının) günümüzdeki biçimde ortaya çıkaran nedenlerin oluşması ve yayılmaya başlaması, çok partiye geçişle ve DP dönemiyle başlamıştır. Bu oluşumun halkla ilişkiler yanının incelenmesi akademik bir gerekliliktir. Tek partiden çok partiye geçiş, bütün toplumu ilgilendiren siyasal, ekonomik ve sosyolojik boyutları olan bir dönemdir. Bu makalede DP’nin halkla ilişkileri idealist ana akım yaklaşımlarında olduğu gibi yönetim fonksiyonu, aracı yapı, etkili iletişim stratejisi içinde ele alınmadı. Bunun yerine DP’nin çeşitli kesimlerle ilişkisi ve herkesi kapsayan bir üst küme olarak seçmen halk ile kurduğu ilişkileri tarihsel olarak incelendi.

YÖNTEM
Türkiye Cumhuriyetinin tarihinde belli bir dönemi alıp o dönemle ilgili olarak girişte belirlenen halkla ilişkiler faaliyetlerinin doğasını belirleyen ve irdeleyen bu makale, niteliksel tarihsel tasarım karakterini taşımaktadır.
DP’nin iktidar dönemindeki halkla ilişkilerinin incelenmesinde, önce iktidar yıllarının ilişkin genel tarihsel bir değerlendirme yapıldı. Daha sonra siyasal rakibi CHP’nin artık muhalefete düşmesiyle gelen egemenlik ve güç ilişkilerindeki değişiklik bağlamında ilişkileri incelendi. Ardından parti içi muhalefeti ve bu çatışmalara çözüm olarak kullandığı iletişim stratejileri araştırıldı. Halkla ilişkiler taktikleri genel olarak mitingler, halkla doğrudan buluşmalar, liderlik, muhalefete karşı yürütülen faaliyetler, afişler, gazete ilanları, el ilanları, reklamlar, fon toplama, söylem, propaganda taktikleri başlıkları altında değerlendirildi. Ardından, seçmene yönelik halkla ilişkilerini nasıl inşa ettiği ve sürdürdüğü incelendi.
Makalenin ele aldığı yukarıda belirtilen konularla ilgili bilgileri toplamak ve değerlendirmek için bu tarihi dönemle ilgili yazılmış akademik kaynaklar (kitap, dergi, makaleler, hatıralar, biyografiler) kullanıldı. Bu kaynakların yanı sıra, o dönemin güncel olaylarını anlatan, siyasal ilişkiler ve iletişim stratejileri hakkında bilgilerin elde edilebileceği günlük gazeteler veri kaynağı olarak tarandı. O dönemin basınında yer alan pek çok gazete içinden en önemli üç tanesi seçildi: Ulus, Zafer ve Vatan. Bu gazetelerde yer almayan bazı haberler için diğer gazetelerden faydalanıldı. Bunun dışında, TBMM Kütüphanesi ve mikrofilm arşivi, Milli Kütüphane ve TTK Kütüphanesinden yararlanıldı.

ANALİZ VE DEĞERLENDİRME
Çok Partili döneme gelindiğinde, Atatürk’ün tüm çabalarına rağmen Cumhuriyete taşınan, fakat kendini egemen kılma ve sürdürme koşulunu ancak İkinci Dünya Savaşından sonra bulan bir siyasal ilişki kültürü vardı. Bu kültür seçimden sonra tüm çıplaklığıyla kendini göstermeye başladı: DP muhalefet döneminde anti-demokratik yasaların kaldırılması ve devlet başkanlığı ile yönetimin yansızlığının sağlanmasını şiddetle savunmuştu. İktidara geldiğinde genel af ilan etti ve kısa zamanda yaptıklarıyla geçersiz hale getireceği liberal bir basın yasası çıkarttı; anti demokratik faaliyetlerini artırdı; siyasal liberalleşme karşıtı bir tutum aldı; Ceza Kanunu’nun baskıcı hükümleri daha da ağırlaştırıldı. Mayıs 1951’de, çıkarılan bir kararname ile resmi ilânları dağıtma yetkisi hükümete verilerek basın özgürlüğüne çok ciddi bir kısıtlama getirdi: Hükümeti ve DP’yi eleştiren basın ilansız, dolayısıyla finanssız bırakılarak zor durma düşürüldü. 1953’de çıkarılan “zoralım yasası” ile CHP’nin tüm serveti hazineye devredildi (Eroğul, 1998). DP, günümüzde Refah partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Fazilet Partisi gibi partilerin oluşması ve güçlenmesine en büyük neden olan dinin siyasal amaçlarla kullanımını başlattı. Önceleri radyodan muhalefetin de yararlanmasının demokrasinin gereği olduğunu, radyonun şu ya da bu partinin yayın organı olmadığını, ancak Türk milletinin hizmetinde olduğunu öne süren DP, iktidara geldiğinde radyoyu kendi yayın organı yaptı. Haberlerde DP tarafından kurulan Vatan cephesine geçen vatandaşların gönderdikleri ileri sürülen isim listeleri okunuyordu. Radyo’nun Meclis Saati adıyla yayımlanan ve meclis müzakerelerine yer veren programlarında da muhalefet sözcülerinin sözleri hiç aktarılmıyordu ya da anlamı çarpıtılarak veriliyordu.

Demokrat Parti halkla ilişkilerinin genel yapısı
DP’nin iktidarıyla birlikte halkla ilişkilerinde belli değişiklikler olmuştur. Muhalefetteyken yandaşı olan din adamları, il ve ilçe müteşebbis heyetlerindeki partililer tarafından sunumu yapılan "özgürlük" ideali vicdan hürriyeti olarak tanımlanarak dine saygılı olmaktan geçen bir demokratlık doğdu, buna uygun icraatlar hemen uygulamaya başlandı. Bununla birlikte muhalefetteyken yakın ve olumlu ilişki kurduğu kimi basın kuruluşlarının desteğini kaybetmeye başladı. Bu nedenle de muhalefetteyken etkin olarak yararlanamadığı radyoya yöneldi.

Mitingler
DP kuruluşundan itibaren halkla doğrudan ilişki kurduğu mitinglere ayrı bir önem verdi. Bu mitingler parti kurucularının liderlerin hep beraber katıldığı önemli bir halkla ilişkiler aracı olarak iş gören etkinliklerdi. Mitingin yapılacağı tarihten önce duyurular yapılarak halk, mitinge davet edilmekteydi. DP iktidara geldikten sonra da sık sık mitingler düzenlemeye devam etti. Fakat bu sefer bir fark vardı. İktidar dönemi mitinglerinde, icraatların halka anlatılması, kalkınma, sağlık ve eğitim konuları ağırlıklı olarak ele alınmıştır.
DP’nin mitingleri, seçim kampanyalarındaki mitingler ve gezilerde, açılışlarda, törenlerde yapılan mitingler olarak ikiye ayrılarak incelenebilir. Seçim kampanyalarındaki mitinglerde DP’nin seçmenin oyuna yönelik kendi halkla ilişkilerini yapmak ve oyu elde etmek için halkın rızasını isteme durumu söz konusudur. Oysa gezi, açılış ve tören gibi rutin etkinliklerde yapılan siyasal halkla ilişkiler, seçmen oyunun doğru yere gittiğine ikna edecek bir demokrat bizlik sunumu içermektedir. DP ’’kayıtsız şartsız millet hakimiyeti’‘ düsturuna göre yaptıkları her iyi şeyi halkın desteğine dayandırarak, seçmenle muhalefette iken başlattıkları ilişkiyi iktidara gelince sağlamlaştırarak tutmuşlardır. Sadece muhalefette veya seçim kampanyaları sırasında değil, iktidara geldikten sonra da aralıksız olarak bütün Türkiye’yi gezerek halkla buluşmaları, DP’nin halkla ilişkilerinde planlı ve sürekli bir etkinlik olduğu için istenilen sonuçları vermiştir. Hatta ülkenin siyasal ve ekonomik sorunlarından bunalan liderler, kimi zamanlar kendilerini iyi hissetmek için halkla buluşmuşlardır.

Halkla doğrudan buluşmalar
DP’nin başarıyla uyguladığı mitinglerle eş zamanlı giden bir taktiktir. Bu doğrudan buluşmalar mitinglere giderken yol üzerindeki köy kahvelerine uğrayıp halkla "hasbihal" etmekten, grup toplantıları düzenlemeye, konaklamak için köylülerin evlerinin seçilmesinden, açılış törenlerine kadar çeşitlenmektedir. Halkla doğrudan buluşmalar, gazete haberlerinden tanınan liderleri, sıradan birer insan olarak halkın karşısına getirmektedir. İnsanlarla el sıkışan, köy kahvesinde çay yudumlayan, memleketin gidişatı hakkında laflayan, hatta misafirliğe kalan kurucuların halkla ilişkilerini mitinglerdeki buluşmalardan daha bireysel hale getirmiştir. Bu buluşmalarla kamuoyunu belirli bir konuda bilgilendiriliyor ve kanaat lideri olarak maniple ediliyordu.

Liderlerden yararlanma
DP’nin kurucu liderleri muhalefet döneminde nasıl örgütlenmeyi gerçekleştirerek DP’nin bütün ilişkilerinde belirleyici oldularsa, iktidara geldiklerinde bu rolleri artarak devam etmiştir. Kurucular arasında yine Celal Bayar ve Adnan Menderes adı öne çıksa da dörtlünün hepsinin çok etkin olduğu görülmektedir. Oysa iktidar döneminde bu dörtlü en önemli dört görevi iş bölümü içinde yönetmişti. Bu iş bölümünde dikkati çeken unsur, herkesin yeteneklerine uygun işleri yürütmeleri ve başarılı olmalarıdır. Celal Bayar, "Atatürk’ün güvendiği adam" elbisesini giyerek neredeyse ona öykünerek büyük, babacan, mütevazı lider imajı çerçevesinde hareket etmiştir. İhtiyacı olanlara maddi yardımlarda bulunmak, yaşlılara, çocuklara kimsesizlere arka çıkmak, onların dertlerini dinlemek gibi yüce tutumlar içindeyken aynı zamanda sıradan bir adammış gibi mütevazı davranmaya gayret etmiştir. Bu nedenle de halk arasında gerçekten onu çok seven bir hayran kitlesine sahip olmuştur.
Başbakan Menderes iktidar döneminde liderlikle ilgili Celal Bayar gibi hayırsever çalışmalar yürütme, halkın içinden çıkmış bir halk adamı olma imajına katkıda bulunmaya çalışmıştır. Menderes’in Londra’nın Gatwick Havaalanı’nda meydana gelen ve yolcuların büyük bölümünün öldüğü kazadan mucizevi kurtuluşu, bir çok dinci çevrede Menderes’in Tanrının insanlara önderlik etmesi için gönderdiği bir süper insan figürü olduğu inancını işlemişti (Zürcher,1993; Toprak, 1998). Bu olaydan sonra "Allah’ın sevdiği kulu" olduğu görüşü halkta hakim oldu. Türkiyeye dönüşünde kazadan kurtulduğu için yollarda kurbanlar kesildi. Halk onu coşkuyla karşıladı.

Afişler
DP’nin 1946 ve 1950 seçimlerinde kullandığı "Yeter söz milletindir" afişinin günümüze değin herkesin aklında kalması, etkili ve anlamlı bir slogana sahip olması ve tasarımıyla başarısını kanıtlamıştır. 54 ve 57 seçimlerinde de yoğun olarak afiş kullanıldığı halde bu döneme ait ulaşılabilen diğer afişlerin "yeter söz milletindir" afişinin başarısına ulaştığı söylenemez.
DP 54 ve 57 yıllarındaki seçimlerinde daha çok icraatlarını anlattığı slogana dayalı afişleri tercih etmiştir. Bu afişlerde ilk afişlerin tersine grafik, resim ve desen kullanılmamış, sadece sloganlara ağırlık verilmiştir. Genellikle 3 renk veya 5 renk hazırlanan afişlerdeki sloganlarda DP bizliği, rakip parti CHP dönemini suçlayıcı hatırlatmalar ve emredici bir ton hakimdir.

1954’de kullanılan DP afişleri: Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır (2 renk), Kalkınma Türkiye senin eserindir onu yıktırma! (4 renk), Işık, okul, su yolumuz köye doğru (4 renk), Güvendin seçtin eserini koru! (4 renk), Buğdayına 30 kuruşu çok görene oy verme. Her işçiye bir çatı (4 renk), Yapayalnızdık bugün cihan bizimledir (4 renk), İşçi Vatandaş! Demokrat Parti haklarının bekçisidir. Senin partin "Demokrat Parti" dir (4 renk) 1957 yılındaki afişler ise: Daha büyük fabrikalar…Büyük müreffeh köylü ve şehirli vatandaşlarla dolu…, Daha çok yol Daha çok fabrika Daha çok refah İstiyorsan reyini Demokrat Partiye ver, Senin partin Demokrat Parti, Seni düşündüğü seninle çalıştığı için muvaffak oldu (5 renk) Dağlar yol, viraneler bağ oldu (5 renk) Köylü vatandaş DP seni kimseye ezdirmez (5 renk), Az laf çok iş (5 renk) Rey çalanı…Mazbata sahtekarlığı yapanı…Dayak atanı…UNUTMA Oyunu DP’ye ver, Dedikodu Yok! İşimizi elbirliğiyle bitirelim, Daha ileri, daha kuvvetli bir Türkiye için Demokrat Parti reyini hak etti (6 renk) Başlanan işlerin bitmesi lazım Kalkınmaya devam! Reyini Demokrat Partiye ver (5 renk), Geri kalmış bir devlettik İleri bir dünya milleti olduk (5 renk), Daha çok iş. İşçiye refah ve emniyet (3 renk)
1946 ve 1950’de son derece güzel bir slogana sahip, doğru mesajı ileten grafik çizimli, okuryazar olmayanların bile anlayıp mesajını aklında tutabildiği "yeter söz milletindir" afişinin başarısı üzerine 54 ve 57 seçimlerinde mümkün olduğunca çeşitli slogan ağırlıklı afişlerin basılması yoluna gidilmiştir. Günümüzde afişlemenin yoğun ve işgal iletişimi türünde kullanılması usandırıcı, çevreyi kirleterek çirkinlik yaratan, kaçınmanın mümkün olmadığı insanları etkileme başarısı abartılmış bir siyasal halkla ilişkiler aracı olmuştur. "Yeter söz milletindir" afişinin tarihsel, sosyal, ekonomik arka planını göz önüne bulundurmaksızın halen pek çok siyasal parti tarafından ısıtılıp ısıtılıp seçmen önüne sürülmesi ise Türk siyasal halkla ilişkilerinin klişe bir geleneği olmuştur.

Gazete ilanları, el ilanları ve reklamlar
DP ile ilgili gazete ilanları iki karakter taşır. İlki DP’nin siyasal halkla ilişkilerinin duyurma işlevini yerine getiren ilanladır. İkincisi ise devletin resmi ilanlarıdır. DP gazete ilanları dışında, siyasal halkla ilişkiler faaliyetlerinde çeşitli konularda vatandaşları bilgilendirmek için el ilanlarını kullanmıştır. Parti halkla ilişkilerine katkıda bulunacak etkinliklerin bilet satışı gibi konularda ise reklam ilanlarına başvurmuştur. Gazete ilanları ve reklamlar arasındaki ayırıcı fark, faaliyetleri duyurmaya yönelik ilanlar parti yayın organı olan gazetelerde sıklıkla yer alırken, örneğin eşya piyangosu, resmi milli bayramlar için düzenlenen balo, eğlence gibi etkinliklerin reklam ilanları daha yaygın gazetelerde yer almıştır.
DP gazetelerde faaliyetlerine yönelik çok değişik içerikli ilanlar vermiştir. Bu ilanlar mitinglerin, halk toplantılarının duyurulmasından, örgütlenmeleri tamamlanan il teşkilatı haberlerine ve duyurularına, milletvekili adaylarının halkla tanıtılmasını amaçlayan "haber" şeklinde yazılmış ilanlardan vatandaşa oyunu nasıl kullanması gerektiğini anlatan yazılara kadar çeşitlenmektedir. 10 Eylül 1950 tarihli Zafer’de “Demokrat Partinin Ankaralılara Teşekkürü” başlıklı haberde olduğu gibi, haberde DP, Ankara İl İdare Kurulundan belediye seçimlerinde de “parti adaylarını seçmek suretiyle yüksek teveccüh ve alakasını esirgememiş olan Ankaralılara ve feragatli çalışmalarından dolayı teşkilat mensuplarına” teşekkür edilmiştir.

Bir diğer önemli konu resmi ilanların dağıtılmasıdır. DP iktidara geldikten sonra resmi ilanların dağıtılmasında kendisini destekleyen ve partisinin yayın organı olarak faaliyet gösteren gazeteleri gözetmeye başladı. Bunlara ayrılan paylar büyüdü. Resmi ilanların adaletsiz olarak dağıtılması ilan payı kısılan gazeteleri maddi olarak olumsuz etkileyen bir unsur olduğu için DP tepki gördü. Bu ilanların bazıları sadece parti üyelerine değil seçmenlere de yönelik bir halkla ilişkiler faaliyeti olarak ele alınabilir.
DP fon toplamak için düzenlediği eşya piyangosu biletlerini satmak, resmi bayramlarda düzenlediği balo ve eğlencelere vatandaşların gelmesini sağlamak gibi amaçlarla gazetelere çeşitli reklamlar vermiştir.

Demokrat Parti tarafından yapılan yayınlar
DP iktidara geldiğinde yaptığı icraatların tanıtımını yapmak için seçim kampanyası öncesinde birçok konuda farklı kitlelere yönelik broşür -kitaplar bastırmıştır. 1954 seçimlerinde Kalkınan Türkiye, Horalarımızı Adım Adım Geziyoruz, Hangisi Bulunmaz Nimet, Sağlam Dimağ Sağlam Vücutta bulunur, Bayar’ın Amerika Seyahati, Genç Demokratlar ve Esasları gibi başlıklar taşıyan basılı yayınlar dağıtmışlardır. Ayrıca DP Diyanet İşleri yoluyla İslam Dini, İslam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri arasında Mukayese, Kutsi Hadis, İlahi Hadiseler, Hutbe, Radyoda Dini ve Ahlaki Konuşmalar gibi dini konularda 20 tane kitap yayınlamıştır.

Fon toplama (Fund raising)
Daha önceleri Eşya Piyangosu ve üyelik aidatı yoluyla para toplayan DP, iktidara geldiğinde fon toplamayı toplumu ilgilendiren önemli konularda yapmaya başladı. Örneğin, Celal Bayar tarafından "ana davamız" diye nitelenen Bulgaristan’da baskı altındaki vatandaşların Türkiye’ye getirilmesi ve bu göçmenlere hayatlarına başlayacak paranın sağlanması için fon toplanmıştı. Fon toplama sel ve deprem gibi felaketlerde de kullanılmıştır.

Demokrat Parti’nin muhalefete karşı faaliyetleri
DP’nin çok partili hayata geçiş tamamlandıktan sonra pek çok farklı parti kurulmuş olsa bile en önemli rakibi güçlü CHP’dir. Daha sonra bu muhalefette ikinci sırada kendi içinden çıkan müstakil demokratlar grubunun kurduğu Millet Partisi gelir. DP kendi icraatlarını anlatırken "öteki" haline getirdiği eski iktidar sahibi CHP’nin yanlışlıklarına vurgu yapmış, cepheleşmeyi teşvik ederek, diğerini "soyguncu, onursuz, hırsız" olarak nitelerken kendisinin bunun tezatı olarak "dürüst, yeni, vatandaş yanlısı" özelliklerini tanımlamış ve halkın oyunda inşa etmiştir.
DP iktidarında CHP’ye karşı faaliyetlerle ilgili olarak en çok kullanılan araç basındır.

Demokrat Parti’nin kendi içindeki muhalefet
1954’den sonra DP’nin giderek zor duruma düşmesi, parti içine de yansımıştır. Fuat Köprülü, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Fethi Çelikbaş, Feridun Ergin, Mükerrem Sarol gibi önemli isimler parti yönetimine 6-7 Eylül olayları nedeniyle sert eleştiriler yönelttiler. Bu krize, Ekim 1955’te ikincisi eklendi. Bazı DP’liler yazılarından dolayı mahkum edilen gazeteciler için ispat hakkı istediler. İspat hakkı isteyen milletvekillerinden dokuzu 15 Ekimde partiden ihraç edildi. Bunun üzerine 10 milletvekili de istifa etti. Üçüncü kriz Hüseyin Çorakçıoğlu’nun İktisat ve Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı hakkında gensoru önergesi vermesiyle DP meclis grubunda ortaya çıktı ve hükümet krizine dönüştü. Bütün kabine toptan istifa etti. Menderes kürsüye çıkarak "kaderimi sizin oylarınıza terk ediyorum" konuşmasını yaptı. Bu konuşma çok etkili oldu. Görüşmelerin yeterli olduğu yönünde bir önerge sunularak kabul edildi. Menderes için güvenoyuna geçildi ve büyük bir oy çoğunluğu elde edildi. Menderes kürsüye çıkarak "arslanlar gibi insanlarsınız, siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz size layık olmaya çalışacağım" diyerek ünlü konuşmasını yaptı.

Demokrat Parti’nin seçmenle ilişkileri
DP’nin seçmenle ilişkileri icraatler, ekonomik-siyasal politikalar, inşaatlar, kalkınma, dış politika konularıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda özel olarak sahnelenen olaylar, halkı cepheleşmeye sevkeden kampanyalar, radyonun partizanca kullanımıyla dikkat çekici özellikler sergilemektedir.
DP seçmenin tam desteğini sağlayarak iktidara gelmekten memnun olarak icraatlarına başlamıştır. Yaptığı her şeyi halkın kendisini bunları yapması için seçtiği sunumuyla meşrulaştırmaktadır. DP’nin seçmenle halkla ilişkilerindeki muhalefete düşmanlık ve DP’ye ise bağlılık yaratma girişimleri devam etmektedir. O dönemde düşmanlık sebebi bulmak pek de zor değildi. Sadece halkın yoksullaşmasına neden olmak değil aynı zamanda komünizme sempati duymak, komünist propaganda yapmak, bu tür kişilerle ya da kurumlarla bağlantılı olmak da dönemin tarihsel koşulları içinde düşman bir cepheden sayılmak için yeterliydi.

İnanç istismarının yaygınlaşması
DP’nin kendini takip eden siyasal partilerin ve hatta CHP gibi partilerin seçim sürecinde ve seçim sonrası oy toplamak için kullandıkları halkla ilişkileri stratejilerinden biri de, Anadolu insanının dini inanç ve duygularını istismarının temellerini atmak, politikada ve kamu yaşamında dinin yeniden merkeze getirmek olmuştur. Bu bağlamdaki halkla ilişkilerinde DP Türkçe ezanı tekrar Arapçaya döndürmüş, okullarda din dersini koydurmuş, imam hatip okullarının sayısını artırmış, Anadolu’da yoğun bir şekilde camilerin inşa edilmesi ve tarikatların kuran kursları açması ve yayılmasına katkıda bulunmuştur (Sherwood, 1967; Stokey, 1992; Dodd, 1992). İktidarlarının ilk kanunlarından biri 16 Haziran 1950’de ezanın Arapça okunması yasağının kaldırılması olmuştur. Böylece kendilerini destekleyen kitleye liderler değil ama taşra örgütlenmelerindeki DP’li yöneticilerin verdiği çok önemli bir söz yerine getirilmiş oldu. 1950’den sonra her cuma sabah Ankara Radyosundan Kuran yayını başlamış. Yine aynı yıl, radyoda buna mevlit yayınları eklenmiştir. Kuran kursları, Arapça tedrisat ve tarikat faaliyetlerine göz yuman bir ortam oluşmuş, İslamcı çıkar çevrelerinden muhalefeti ’’CHP Frenk meşreplerin partisidir" diyen din merkezli yazılar artmıştır (Cem, 1999: 343). Bu tarz halkla ilişkiler 1950 seçim öncesindeki küçük kongrede söz alan Fuat Köprülü’nün “Bu imanlıların, imansızlara karşı bir mücadelesidir” beyanı Anadolu insanını birbirine düşman yapan faaliyetlerin en belirgin ifadelerinden biridir.
Dini inançla ilgili halka ilişkilerinde, DP kamuoyuna sözler vermeye devam etmiştir. Örneğin 1957 seçimlerindeki halkla ilişkiler kampanyalarında 7 yılda 15 bin cami kurduklarını, din adamı yetiştirmek için yeni dini okullar açacaklarını, İstanbul’u ikinci Kâbe yapacaklarını, her fabrika bacasının yanında bir de minare dikeceklerini yaymışlardır. Bazı DP konuşmacıları Kuran’dan ayetler okumuşlar ve eğer dini özgürlüğü korumak istiyorlarsa, halka kafir Cumhuriyetçilere oy vermemelerini söylemişlerdir (20 Ekim 1957 Cumhuriyet, 23 Ekim 1957 Zafer; Menderes, Adana ve Konya’da). Camilerde “seçim namazları” düzenlenmiştir. Bazı hocalar peygamberin Başbakana rüyasında göründüğü ve ülkeyi yönetmesi için ona devletin mührünü verdiği “havadisini” yaymışlardır. Bazı hocalar da aile soyadı yasasını eleştirmişler ve CHP’nin Allah’ın adını "tanrı" diye değiştirerek günah işlediklerini ve Allah"a karşı geldiklerini öne sürmüşlerdir. Bazıları CHP vekillerinin mason olduklarını iddia etmişlerdir (Zafer, Ekim 19, 1957 (Koraltan Kocaeli’de; Cumhuriyet, 6, 9, 10, 19, 21, 30 Ekim 1957; Ulus, Ekim 10, 17, 1957; Dünya, Ekim 5, 1957).

Din dersi eğitimiNal’ı belirttiği gibi (2005) din dersi eğitimindeki ilk tavizler CHP iktidarında verilmiştir. 1948-49 öğretim yılından itibaren, CHP’nin değişen din siyaseti çerçevesinde ilkokullara seçmeli din dersleri konulmuştur. DP tarafından getirilen din derslerinin okullarda verilmesine ilişkin kanunda “Türk çocukları, diğer ihtiyaçları olduğu gibi, diğer ihtiyaçlarına da cevap vermek üzere, ilkokullarda din öğretiminin yapılması ve bu derslerin diğer dersler arasına alınması uygun görülmüştür” denmektedir. Program dışı okutulan bu dersler, 1950–51 ders yılından itibarense seçmeli olmakla birlikte programa dahil edildi. 1951-52 ders yılından itibaren de öğretmen okullarının ikinci devrelerinin bir ve ikinci sınıflarına haftada birer saat olmak üzere zorunlu din dersi konuldu (Bolay ve Türköne, 1995). 5-14 Şubat 1953 tarihleri arasında düzenlenen Beşinci Milli Eğitim Şurası’nın temel konularından birisini ilkokullardaki din eğitimi oluşturuyordu. Milli Eğitim Bakanı İleri Devletin okullarda din dersi okutmak suretiyle aynı zamanda gericilikle de mücadele ettiğini ileri sürüyordu (Parmaksızoğlu,1966:30).
İmam hatip okulları ve kuran kursları
1949 yılında on il merkezinde on ay süreli imam hatip kursları açılmıştı. DP döneminde kurslar, birinci devresi dört, ikinci devresi üç yıl olan yedi yıllık imam hatip okullarına dönüştürülmüş ve sayıları 1951 yılında yediye ulaşmıştı. Bu okullar DP’nin dinsel muhalefetinin muhatabı olan kesim tarafından büyük sevinçle karşılanmış, parasal olarak desteklenmiş, binaları yaptırılmış çeşitli gereksinmeleri karşılanmıştır (Bolay ve Türköne 1995:135). DP’nin bu okulları açma gerekçesi aydın din adamları yetiştirmektir. Tevfik İleri valiliklere genelge göndererek bazı yerlerde cahil kişilerin okul çağındaki çocuklara mahalle mekteplerinde yasalara aykırı olarak Arap harfleriyle eğitim verdiklerine işaret ederek yasal işlem talep ediyordu. Bu durum yönetim tarafından somut olarak ortaya konunca Arap harfleriyle eğitimi önlemek amacıyla eğitim kurumlarındaki din derslerine aydın din adamı yetiştirilmesi gerekçesiyle imam-hatip kursları açıldı.

Olay sahneleme: 6-7 Eylül olayları
6-7 Eylül olayları, 1955 yılında DP’nin iktidarda geçirdiği sıkıntılı döneme gelen eleştirilerden kaçınmak üzere sahnelenmiş ancak sonu başarısız olmuş bir olay sahneleme (pseudo-event) olarak ele alınabilir. Atatürk’ün Selanik’teki evinin yakınındaki Türk Konsolosluğunun bombalandığı haberi alındığında A. Menderes, hemen olayın radyodan yayınlanması için talimat verdi. Aynı saatlerde DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskıya geçti. Bu iki binanın hasar aldığı haberi verildi. Kıbrıs Türktür Cemiyetinin örgütlediği büyük gruplar Taksime doğru yürümeye başladılar. Taksim ve Beyoğlu’ndaki dükkanlara saldırarak yakmaya, yıkmaya ve yağmalamaya başladılar. Ermeni, Yahudi, Rum ve bazı Türk vatandaşlarının evleri ve malları talan edildi canlarına kast edildi. 73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4340 dükkan, 110 otel-restoran, 27 eczane, 21 fabrika, 3 Rum gazetesi, 5 Rum kulübü, 2600 ev, 52 Rum ve 8 Ermeni okulu ve pek mezar talan edildi. Bu korkunç olay Ankara ve İzmir’e de sıçradı. Ancak en şiddetli gösteri İstanbul İstiklal Caddesinde meydana geldi. İzmir’de Yunan pavyonu ve Yunanistan Konsolosluğu yakıldı. 14 ev, 6 dükkan, 1 pansiyon, 1 kilise ve İngiliz Kültür Merkezi tahrip edildi.

Demokrat Parti’nin medyayla ilişkileri
Basınla ilişkiler
Albayrak’ın belirttiği gibi (2004) DP’nin 1949 yılında Zafer’in kuruluşuna kadar, kendine ait bir yayın organı olmamasına karşın, Vatan, Cumhuriyet, Zafer, Kuvvet, Yeni Sabah, Son Posta, gibi gazetelerce desteklenmiştir. DP’nin 1950 Temmuzunda kabul ettiği basın yasası ile basın nispeten daha olumlu koşullara kavuşur. Gazete, dergi çıkartmak için bildirimde bulunmanın yeterli olması, gazete sahiplerine ceza verilmesinin kaldırılması, adı kötüye çıkmış kişilerin basında çalışmasını engelleyen maddenin çıkarılması, basın davalarının özel mahkemelerde görülmesi olarak sayılmaktadır. Sendika kurma hakkı, sosyal güvenlik, kıdem tazminatı, iş sözleşmesi, DP iktidarının basınla ilgili getirdiği olumlu yeniliklerdir.
DP iktidarının daha ilk aylarından başlayarak Ulus Gazetesi’nde Ratip Tahir Burak’ın, hükümet üyelerini dansöz, hayvan ve daha başka yaratıklar şeklinde eleştiren karikatürlerinin yayınlanması ise, başta Menderes olmak üzere DP’lileri çileden çıkarmıştır. Bütün şimşekleri üzerine toplayan Ulus Gazetesi, iktidar tarafından sıkı bir izlemeye alınarak; Hüseyin Cahit “Göz Kapalı Oy Verme”, Fatih Rıfkı da “Çetecilik” yazılarından dolayı mahkemeye verildilerse de (Ulus 25 Nisan 1951), bu gazeteciler, yargılama sonucunda beraat ettiler (Ulus 3 Mayıs 1951). Ancak DP iktidarının basınla ilişkisi giderek kötüleşti. 1952 yılından itibaren yasaya getirilen ek maddelerle basının özgürlük ortamı oldukça daraltıldı. İktidarlarının ilk yıllarından itibaren Başta Ulus olmak üzere, bazı gazetelerin yazarları hakkında dava açma girişiminde bulundular. Hüseyin Cahit Yalçın bu gazetecilerin başında gelmektedir. Yalçın, 25 Şubat 1951 tarihindeki “Türk Milleti daha iyisine layıktır..” başlıklı yazısında, hükümetin tinsel kişiliğine hakaret ettiği gerekçesiyle, mahkemeye verildi (Ulus 14 Nisan 1951). Yeni maddelerle getirilen baskı ve sınırlamalar sırasında, Örneğin Safa Kılıçoğlu (Yeni Sabah) 1954 de halkı kışkırtmaktan altı ay hapse mahkum edildi. Başbakan Menderesi eleştirdiği için 79 yaşındaki Hüseyin Cahit Yalçın hapse atıldı.
Basınla ilişkileri düzeltmeye yönelik çabalara rağmen DP’nin basına eşitlikçi davranmaması olumsuz sonuçlar doğurmaya devam etti. 5 Temmuz 1952 tarihinde Ulusi ile aynı binada yer alan CHP arşivinin bir bölümünün yanmasıyla sonuçlanan ve gazete tarafından “kundaklanma” olarak nitelendirilen yangın çıktı (Ulus 6 Temmuz 1952). Gazetecilere yönelik baskılar artarak devam etti. Yusuf Ziya Ademhan, Selami Akpınar, Cüneyt Arcayürek, Cemil Sait Barlas, Beyhan Cenkçi, Bedii Faik, Tarık Hakululu, Naim Tiralı, Kemal Toker, Cemalettin Ünlü, Oktay Verel, Bülent Ecevit gibi gazeteciler gözaltına alındı, hapis yattı (Alemdar, 2001).
1954 yılında Millet Partisi’nin kapatılmasına tepki gösterdiği bahanesiyle, CHP’nin geri kalan mallarına da el konulmuş, Ulus Gazetesi ve matbaası hazineye devredilerek, iktidarın en çok şikayetçi olduğu bu yayın organı susturulmak istenmişti.

Bütün bu gelişmelerin akabinde hazırlanan yeni basın kanunu gazete sahipleri, başyazar, yazı işleri müdürleri, makale yazarları ve siyasi muhabirler için yüksekokul mezunu olma şartı getirildi. Böylece bütün gazetecilerin eğitimlerini tamamlaması, gazetelerin ise bunu beyan eden belgeleri ilgili mercilere vermesi durumu doğdu. İktidar, siyasi ve ekonomik bunalımın giderek artması üzerine, yalnızca basına kısıtlamalar getirmekle kalmayacak, aynı zamanda miting ve gösterileri engelleyici nitelik taşıyan “Toplantılar ve Gösteri Yürüyüşleri” hakkındaki 6761 sayılı yasayı, 27 Haziran 1956 tarihinde kabul edecekti.
Ardından baskının bir başka şekli gazete kağıdına büyük bir zam yapma ve gazetelerin sayfa sayısıyla boyutunun sınırlandırılmasıyla geldi. DP kendisini eleştiren muhalif basın üzerinde, genel seçimlere birkaç ay kala çok sık bir denetim kurmuştur. Seçimler sırasında muhalif basının kağıt, mürekkep bulma bulması zorlaştırıldı. Bunun en önemli nedeni ise, özellikle Başbakan ve hükümet üyelerinin 1957 genel seçimlerindeki oy kaybından basını sorumlu tutmalarıdır.
Basınla DP ilişkisinde çatışma ve sorun yaratan önemli bir konu ise resmi ilanlar meselesidir. Doğal olarak resmi ilanlar gazetelerin en önemli gelir kaynaklarıdır. Bu gelirler gazetelerin yaşamasında hayatidir. DP ise resmi ilanların dağıtımı konusunda kendi yandaşı olan gazeteleri kayırma yoluna gitmiştir.
Böylelikle, 1960 yılı Mayıs ayına gelindiği zaman, artık özgür bir basın olmak bir yana, basın diye bir şeyden söz etmek bile olanaksız görünüyordu. Zira gazeteler, günlük görevlerini bile yapmaktan alıkonularak, etkisiz duruma getirilmiş, yada çoğu kapatılmış bulunuyordu.

Radyo ve Vatan Cephesi
DP 1957 seçimlerini kazanmasına rağmen oyları muhalefetin toplam oylarından daha azdı. Muhalefet birleşerek güçlenme arayışına girdi. Başbakan Menderes 12 Ekim 1958 tarihinde DP Manisa il örgütünde yaptığı konuşmada DP’ye karşı kin ve husumet cephesi oluştuğunu bu cepheye karşı bir "Vatan Cephesi" kurmanın gerekliliğinden söz etti. DP İktidarı, vatandaşın popüler en büyük eğlencesi radyoyu Vatan Cephesi’nin propaganda aracı olarak kullanmaya karar verdi. Vatan cephesine katılanlara ilişkin uzun isim listeleri devlet radyosundan yayınlandı. Bu listelerde ölmüş insanlar, bebekler, isminin orada okunduğundan habersiz kişiler vardı. Vatan cephesine ilişkin propaganda sadece radyo ile sınırlı kalmamış haftalık olarak yayınlanan ve o haftanın iktidarı ilgilendiren olumlu haberlerin yer aldığı, Vatan Cephesi adında yöresel propaganda gazeteleri yayınlanmaya başlamıştı (Zürcher, 1993).
Çankaya’ya göre (2000) DP iktidarının ABD ile artan ilişkileri radyo yayınlarına "Unesco Saati","Türkiye’de Marshall Planı" ve "Birleşmiş Milletler Saati" gibi programlardan geçerek yansımıştır.

SONUÇ
DP Türk siyasal hayatında ekonomik, sosyal, siyasal kültürün yeni oluşumları ve dönüşümlerini, önemli siyasasal halkla ilişkiler başlangıçlarını temsil etmektedir. DP’nin Türk siyasal hayatı içinde yer almasıyla siyasal halkla ilişkilerin dolayısıyla halkın gönüllü katılımı ve rızasının imal edilmesi önem kazandı. Siyasal halkla ilişkiler faaliyeti olarak planlı sistemli ve uzun vadeli çalışmalar yapılmaya başlandı.
Çok partili sisteme geçişte siyasal halkla ilişkiler belli erozyonları da getirdi. Atatürk ve tek parti döneminde siyasal halkla ilişkiler belirli amaçlar doğrultusunda devrimin ihtiyaçlarını yerine getirmek esasına dayanmaktaydı. DP’nin kurulması ve çok partili siyasal döneme girilmesiyle, uluslararası siyasal ve ekonomik pazar politikalarıyla desteklenen yeni-toprak ağalarından, bankacılara, tüccarlardan ve sanayicilere kadar son derece geniş bir özel çıkar çevresi, giderek yoğunlaşan bir ikna ve yönlendirme gereksinimi duymaya başladı. Siyasi rekabet ve çatışmalar arttıkça, doğal olarak halkla ilişkilerin siyasal alanda kullanımı da artmaya başlamıştır. Yeni-liberal politikalar yaygınlaşana dek, özel şirket biçiminde oluşturulan ve kurumsallaşarak siyasal alanda iş yapan profesyonel halkla ilişkiler ortaya çıkmamıştır.
DP’nin iktidardaki yıllarındaki halkla ilişkiler faaliyetleri doğal olarak yürütme araçlarını elinde tutmanın yanı sıra o zamana kadar uyguladığı halkla ilişkiler stratejileriyle elde ettiği gücü destekleyen bir karaktere sahip olacaktır. Bu dönemde DP radyo gibi daha önce sınırlı olarak kullanabildiği popüler kitle iletişim araçlarını kendi yayın organına dönüştürmüştür. Ayrıca Zafer gibi kendi yayın organı olarak çalışan basınla beraber küçük yerel gazetelere de destek vererek faaliyetlerine devam etmiştir. DP muhalefet döneminde kendisine destek veren basının rüzgarını arkasına alarak kamuoyu nezdinde görüşlerini aktarmıştır. Ancak iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra basının desteğini giderek kaybetmeye başlamıştır. Bu nedenle iktidarın sunduğu olanaklarla kendi propagandası için Güneş Matbaacılık ve Neşriyat Türk Anonim Ortaklığı gibi oluşumlara başvurmuştur. İki kuruluş kaynaklarının iyi yönetilememesi nedeniyle 1957 yılında birleşmişlerdir. Bu kuruluşlar DP’nin Zafer, Zafer Akşam Postası, Yeni Köylü, Havadis gibi gazeteleri yayınlayarak resmi abonelik, ücretsiz dağıtım yoluyla kamuoyuna dağıtılmıştır (Alemdar, 2001). Böylece artık basının kendilerine sağladığı destekten mahrum kalan DP parti bizliğinin satışı için kendisi tarafından yayınlanan bu neşriyattan yararlanmıştır.
DP’nin halkla ilişkiler çalışmaları kuruluşundan muhalefete, muhalefetten iktidara modern anlamda planlı, sistemli süreklilik gösteren yönetimsel bir uygulama niteliğindedir. Amerika’daki uygulamaya paralel şekilde siyasal halkla ilişkilerin bütün araçlarını kullanmıştır. Ayrıca kamuoyunu maniple etmede, seçmen halkın bilincini yönetmede, tanıtma ve duyurma faaliyetlerinde Türkiye’de ilk örnekler vermişlerdir. Günümüze kadar uzanan Türk siyasal iletişimde aradan geçen kırk yedi senelik zaman diliminde halen siyasal partiler tarafından strateji ve taktikleri taklit edilmekte, "yeter söz milletindir" gibi ünlü sloganları seçim kampanyalarında biraz değiştirilerek de olsa kullanılmaktadır. Bu nedenle de sadece liderleri değil parti de siyasal hayatta bir mit haline gelmiştir.
1954 seçimlerinde, özgürlükler ve ekonomik refah üzerine kurulan siyasal halkla ilişkileriyle seçimlere giren DP seçimi büyük zaferle kazansa da 1955 de ekonomik plansızlık nedeniyle iktisat politikaları geri tepmeye başlamıştır. Zorluklarla birlikte siyasal halkla ilişkilerinde DP liderlerini uçuruma götüren stratejiler geliştirmeye ve taktikler kullanmaya başlamıştır. Örneğin, 1958 de olacak seçim bir sene öne alınarak karşıtlar ve muhalifler için ciddi engeller içeren bir seçim yasası değişikliği getirilmiştir. (Tachau ve Good, 1873; McCally, 1956; Karpat, 1962; Turan, 1986). Demokrat Partililer kalkınma, büyüme ve inşaat alanındaki icraatları üzerine vurgu yapacak şekilde 1957 seçimin hemen öncesinde yoğun bir hakla ilişkiler gösterisine girişmişlerdir: Yeni fabrikaların (Niğde’de Çimento fabrikası, Nevşehir’de tekstil fabrikası, Mudanya’da jüt fabrikası) , yolların, ev projelerinin vs. açılışlarını yaptılar, Zafer’in yazdığı gibi üç ayda 33 endüstriyel proje gerçekleştirdiler (Zafer gazetesi, 12 Ağustos, 1957). Bu tür halkla ilişkiler girişimlerinde beklenen geniş kitlelerin oy vererek katılmasıydı.
Öte yandan siyasal halkla ilişkilerdeki en büyük yanlışlık hükümeti kontrol edenlerin kendilerini devlet sanmaları ve seçilmiş temsilciler yoluyla halkın, dolayısıyla devletin iradesini temsil ettiklerini iddia etmeleri ile geldi. Bu durumun olumsuz etkileri kadrolaşmaktan radyonun kullanımına kadar her alanda kendini gösterdi. Diğer özgürlüklerde olduğu gibi radyonun kullanımı özgürlüğünün kısıtlanması da devletin bütünlüğü ilkesi gerekçe gösterilerek meşrulaştırıldı (Dodd, 1992; Ahmad, 1994).
Sonuç olarak, DP”nin halkla ilişkiler çalışmaları hem muhalefet hem iktidar döneminde onlara "başarı"yı getirmiştir demek idealist bir varsayım olarak kalır. Çok partili siyasal hayata geçişte başarının altında pek çok unsur yatar. Bunlardan en önemlilerinden biri, DP’nin halkla ilişkilerini bizzat planlayan ve sistematik etkinlikler olarak uygulayan kurucu liderlere bağlı olmasıdır. Ancak sadece kurucu liderler de "başarı"yı açıklamakta yetersiz kalır. Bu kurucuların özellikleri de önemlidir. DP liderler takımı Türkiye’de modern anlamda siyasal halkla ilişkiler yokken batıdaki örnekleri takip etmiş ve uygulanması için çaba göstermişlerdir. Elbette bu çaba dönemin tarihsel koşulları mükemmel bir zemin hazırlamasaydı başarılı olamazdı. Yine varolan pek çok partide lider olmayan liderlerin siyasal halkla ilişkilerin sihirli değneği dokundurularak parlatılarak pazarlanması yerine DP’de birden fazla ve uyum içinde çalışan liderler grubunun herhangi bir iletişim ya da halkla ilişkiler birimi olmaksızın veya dışarıdan bu işlevleri gerçekleştiren biri tutulmaksızın iş görmesini açıklamaktadır.

Kaynak: İletişim kuram ve araştırma dergisi, Sayı 24 Kış-Bahar 2007, s.111-128KAYNAKÇA
Ahmad, F. (1994). Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), İstanbul:Hil.
Albayrak, M. (2004). Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960). Ankara: Phoenix.
Alemdar K. (2001). İletişim ve Tarih. (1.baskı) Ankara:Ümit.
Bolay ve Türköne. (1995). Din Eğitimi Raporu. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları.
Cem, İsmail (1999). Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul: Can yayınları.
Çankaya, Ö. (2000). "Türkiye’de Radyo Yayıncılığının Öyküsü" içinde: İstanbul Radyosu Anılar, Yaşantılar, İstanbul: Yapı ve Kredi Kültür Sanat Yayıncılık.
Dodd, C.H. (1992). "The Development of Turkish Democracy" British Journal of Middle Eastern Studies, Vol. 19, No. 1., pp. 16-30.
Eroğul, C. (1998). “ Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, İçinde: Geçiş Sürecinde Türkiye. (der:İrvin Cemil Schick ve Ahmet Tonak) (3. baskı) İstanbul: Belge Yayınları.
Karpat, K. H. (1962). "Recent Political Developments in Turkey and Their Social Background". International Affairs, Vol. 38, No. 3., pp. 304-323.
Keloğlu-İşler, E. (2007). Demokrat Parti’nin halkla ilişkiler stratejileri üzerine tarihsel bir inceleme: 1946-1960. Yayınlanmamış doktora tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
McCally, S. P. (1956, May). "Party Government in Turkey". The Journal of Politics, Vol. 18, No. 2. pp. 297-323.
Nal, S. (2005). "Demokrat Partinin 1950–1954 Dönemi Din Siyaseti" Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 60: 3, Temmuz-Eylül.
Parmaksızoğlu, İ. (1966). Türkiye’de Din Eğitimi. Ankara: Yetkin Yayınları.
Sherwood, W. B. (1967, October). "The Rise Of The Justice Party In Turkey". World Politics, Vol. 20, No. 1, pp. 54-65.
Stokey, M. (1992). "Islam, the Turkish State and Arabesk” Popular Music, Vol. 11, No. 2, pp. 213-227.
Tachau, F., ve Good, M. D. (1973). "The Anatomy of Political and Social Change: Turkish Parties, Parliaments, and Elections" Comparative Politics, Vol. 5, No. 4., pp. 551-573.
Toprak, B. (1998). "Dinci Sağ" içinde: Geçiş Sürecinde Türkiye. (der: İrvin Cemil Schick ve Ahmet Tonak), (3. baskı). İstanbul: Belge Yayınları.
Turan, İ. (1986, November). "The Recruitment of Cabinet Ministers as a Political Process: Turkey, 1946-1979" International Journal of Middle East Studies, Vol. 18, No. 4. pp. 455-472.
Zürcher, E. J. (1993). Turkey: A Modern History. London: I.B. Tauris&Co Ltd Publishers.