11 Mart 2014 Salı

DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 - 1957 Seçimleri

DP Dönemi Siyasi Gelişmeleri ve 1954 - 1957 Seçimleri

Demokrat Parti yukarıda bahsedildiği üzere iktidara gelir gelmez dini açılımlı bazı icraatlarda bulunmuştu. 18 yıldır Türkçe okunmakta olan ezan tekrar Arapça aslıyla okunmaya başlanmış, okullarda din dersi konulmuş, imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri açılmış, yurt genelinde
cami sayısı giderek artmıştı.Bazı tarikatlar Kur’an kursları açmaya başlamış ve daha serbest hareket etme olanağı bulmuş, Ankara Radyosundan her hafta Cuma sabahları Kur’an-ı Kerim okunmuş, daha sonraları Mevlid yayınları yapılmıştır. Tek parti döneminde kapatılmış olan bazı türbeler ziyarete açılmıştır.Tüm bu gelişmeler özellikle CHP’yi kaygılandırmış ve DP iktidarı döneminde Atatürk Devrimlerinden ödün verildiği propagandası sıklıkla yapılmıştır. Özellikle iktidarın kendisine yakın bulduğu İslamcı basını desteklediği yolunda çeşitli söylentiler git gide yayılmaktaydı. Bu uygulamalar DP’nin bazı sıkı önlemler alması sonucunu doğurmuş ve basın üzerinde sansürü ağırlaştırmış, hatta İslami görüşte yayınlar yapan bazı basın-yayın organlarını kapatma yoluna gitmiştir.
Yeni iktidarın; muhalefete ve memleketin sağduyulu insanlarında yarattığı ilk hayal kırıklığı, daha doğrusu bunun davet ettiği endişe, yeni Başvekil Adnan Menderes’in 20 Mayıs 1950’de okuduğu hükümet programı nutku ile başladı. Bu nutukta Atatürk’ün bir defa olsun adı geçmiyordu. Demek ki, karşılaşılan yalnız bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının değişmesi değildi. Yeni bir parti iktidarının gelişi şeklinde bir siyasi değişiklik veya çok partili rejime geçiş şeklinde bir rejim değişikliği karşısında değildik. Sanki geçmişin, milli gururu besleyen hatıralarına karşı bir kopuş vardı. Menderes bu ruh halini, 14 Mayıs inkılabının, gelmiş geçmiş bütün inkılapların en önemlisi olduğunu ilan ederek açığa vuruyordu. Bu ruh hali, Menderes’in Demokrat parti iktidarının sonuna kadar, bütün davranışlarına hakim olacaktır.[1]
Bu dönemde Ticaniler denilen bir tarikatın, Demokrat Parti’nin Atatürkçülükten uzak bir siyaset sergilemesinden aldıkları cesaretle Atatürk büstlerine saldırmaya başladığı şayiaları da dillerden düşmüyordu. Bu söylentiler Demokrat Parti’yi zor duruma düşürüyordu. Bu durum karşısında iktidar, 1951 Temmuz’unda 5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış ve bu tür fiillerle, Atatürk’e tahkir, küfür, aşağılama vb. nitelikli yazı ve sözlere 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezaları getirmiştir. Bu kanun günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.

Soğuk Savaş Yılları ve Türkiye’nin NATO’ya Üye Olması:

II. Dünya Savaşı sonunda Sovyet gücü karşısında paniğe kapılan Avrupalı devletlerin, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’un 17 Mart 1948’de imzaladıkları “Brüksel Anlaşması” ile ortaya çıkan ortak savunma programının iki kutuplu dünya düzeninin şartlarına uymaması Kuzey Atlantik Anlaşması teşkilatını doğurmuştur. Savaş sonunda Batı dünyasının tartışmasız lideri konumuna yükselen Amerika Birleşik Devletleri’ni dışlayacak bir Batı savunma sistemi ne mümkün ne de anlamlıdır. Nitekim Brüksel Anlaşmasını imzalayan beş ülke ile Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada arasında başlayan görüşmelere İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz de katılmıştır. 4 Nisan 1949’da NATO kurulmuştur.[2]
II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutuplu bir sisteme geçmiş, komünist yayılmadan çekinen Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa devletleri ABD’nin liderliğinde 1949’da Washington Antlaşması’yla kurulmuştur. Temel amaç üye ülkelerin güvenliğini sağlamak, komünist bloğun yayılmasını engellemek, askeri ve stratejik konularda ortak hareket etmek vb. hedeflerden ibarettir. ABD bu dönemde Batı Avrupa ülkelerinde birçok askeri üsler oluşturmuştur. Üye ülkeler birbirlerinin askeri güvenliğini ve toprak bütünlüğünü, bağımsızlıklarını korumayı güvenceye almışlar ve Nato üyesi bir ülkeye yapılmış olan bir saldırıyı tüm Nato üyesi ülkelere yapılmış kabul edeceklerini anlaşma ile garanti altına almışlardır.
Doğu bloku adı verilen Doğu Avrupa’daki bazı sosyalist rejimle yönetilen ülkeler ise bu girişim karşısında Sovyetler Birliği liderliğinde 1955 yılında Varşova Paktı’nı kurmuş ve dünya “Özgür Batı Bloku” ile “Sosyalist Doğu Bloku” olarak ikiye bölünmüş ve bu bölünüş de soğuk savaşın temellerini atmıştır. Varşova Paktı ülkeleri de kendi aralarında askeri ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmek için bir takım ikili anlaşmalar yapmışlardır. Bu pakta üye 8 ülke vardı. Bunlar, Sovyetler Birliği, Polonya, Romanya, Macaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya, Bulgaristan ve Çekoslovakya’dan oluşan ülkelerdir. Bu ülkeler, o dönemde dışa son derece kapalı oldukları için “demir perde” ülkeleri olarak da anılmaktaydı.
Pro-Sovyet Balkan ülkelerinin hızla silahlanması ve Yugoslavya üzerinde artan Sovyet baskısı NATO Başkumandanı Eisenhower’ın kuvvetlerinin güney-doğu kanadını güçlendirmek istemesi ve Batı Avrupa’ya yönelik bir Sovyet saldırısı durumunda Sovyetler Birliği’nin Kafkasya ve Urallar bölgesine düzenlenecek hava akınları için Türkiye’de kurulacak hava üstlerine duyduğu ihtiyaç ve Ortadoğu bölgesinin artan önemi Türkiye’nin NATO’ya alınışını sağlamıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması ve Kore Türk Tugayı’nın gösterdiği başarıların NATO’ya girişi ne ölçüde etkilediği ayrı bir tartışma konusudur. Türkiye, Yunanistan’la birlikte 16-20 Eylül 1951 tarihleri arasında toplanan NATO Bakanlar Konseyinin verdiği olurla ittifaka katılmış, katılma ile ilgili ek protokol Ekim 1951’de imzalanmıştır.[3]
Türkiye’nin NATO’ya üyeliğine Batı Avrupa devletleri uzun süre karşı çıkmışlar; Ortadoğu’nun bir parçası sayılan Türkiye ile kendi bölgelerinin ortak yönlerinin olmayışı, Türkiye’nin ittifaka dahil edilişinin kendileri açısından bir yararının olmayacağı ve sorunlu bölge olan Ortadoğu’nun meselelerinden uzak durmak istemeleri bu görüşte olmalarına yol açmıştır. ABD açısından ise Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu, Sovyetler Birliği’nin tehdidi altında olması, Ortadoğu’nun kendisi açısından önemi Türkiye’nin üyeliği önem arz etmekteydi. Türkiye açısından bakıldığında ise, Sovyetler Birliği’nin Doğu Anadolu’da toprak ve Boğazlarda ayrıcalık elde etme idealinde olması ve değişen dünya şartlarında kendisini Batı’ya yakınlaştırmak istemesi böyle bir birlikteliği gerekli kılmıştır.
Türkiye, ittifaka üyeliği hızlandırmak için ve sol görüşlü Türk aydınlarının karşı çıkmalarına rağmen 1950 yılında Kore’ye 5090 kişilik bir Tugay göndermiştir. İskenderun’dan hareket eden Türk tugayı yaklaşık bir ay süren deniz yoluyla Kore’ye varmış ve Kore’de, eşine nadir rastlanır dillere destan bir kahramanlık örneği sergilemiştir. Özellikle Kunure Savaşı’nda gösterdiği kahramanlık ve üstün cesaretiyle Amerikan bir Amerikan birliğini Komünistler karşısında yok olmaktan kurtarmıştır. Bu savaşta Türk askerleri zaman zaman yaralı Amerikan askerlerini kilometrelerce omuzlarında taşımışlardır. Türkiye 18 Şubat 1952 tarihinde Yunanistan’la birlikte NATO’ya resmen üye olmuşlardır.
Türkiye’nin NATO’ya girmesini yalnızca Sovyet tehdidine karşı güvenlik sağlamak açısından değerlendirmek eksiktir. Üzerinde en çok durulan Sovyet tehdidi, Türkiye’de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Türkiye, savaş sonu dünyasına çok partili demokratik rejimi kurma çabaları ve çok önemli ekonomik kalkınma sorunlarıyla girmişti. Ekonomik kalkınma olmadan demokrasinin kurulamayacağı, kurulsa bile gelişemeyeceği evrensel olgusundan hareket eden Türk yöneticileri NATO üyeliğini modern Türkiye için gerekli görüyordu. Üstelik savaş sonrası siyasal istikrarsızlık döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de yeni silahlarla ateş gücünün yükseltilmesi gerekiyordu. Türk yöneticileri tüm bu amaçların gerçekleşmesinde dışarıdan gelecek ekonomik ve askeri yardımı bir önkoşul olarak değerlendirme eğilimindeydiler. Dolayısıyla Türk Hükümetinin bakış açısına göre, Türkiye’nin NATO üyeliği ekonomik, siyasal ve askeri gelişme amaçlarına yardım edecekti.[4]
Ancak NATO’ya girildikten sonra Türk ordusu, Amerikan çıkarlarının belirlediği Amerikan global stratejisinin bir unsuru durumuna gelmiştir. Yani artık genel stratejinin sadece bir parçasıdır. Bu çerçevede Türk Genelkurmayı talimnameleri dahi hazırlanmaktan vazgeçip İngilizce’den tercümeye yönelecektir. Amerikalılar yaptıkları baskılar neticesinde Harp Akademilerinde eğitim kısalmıştır. 1949-1950’ye kadar 3 yıl olan öğretim süresi Amerikan usulüne göre aralarında en az 2 yıl aralık bulunacak şekilde 2 eğitim yılına indirilmiştir.[5]

Balkan Paktı:

Türkiye, NATO’ya 1952 yılında üye olup güvenliğini sağlama yolunda olumlu bir adım atmış ve özellikle Sovyet tehdidini bir ölçüde nötürize etmiştir. Ancak Trakya sınırını da güvence altına almanın yolunu araması ve özellikle ABD’nin bu konudaki ısrarlı teşvikiyle Türkiye’yi bazı Balkan ülkeleriyle yapmış olduğu işbirliği ve savunma anlaşması yapma yoluna gitmiştir.
Menderes’i Balkan Paktı fikrine iten bu jeopolitik anlayış olduğu gibi, aynı zamanda ABD’nin Yunanistan’ı olduğu gibi, Türkiye’yi de Yugoslavya ile askeri işbirliğine zorlaması/itmesidir. Balkan Paktı’na giden yolu 1948’de Stalin-Tito çekişmesi sonucunda, Yugoslavya’nın Kominform’dan ayrılması açmıştır. Bu durum ABD’nin Yugoslavya’ya mali yardım yapmasını beraberinde getirmiş, Yugoslavya ile Yunanistan arasındaki ilişkiler düzelme sürecine girmiştir. ABD Balkanlar bölgesinde Sovyet etki sahası olmaktan çıkan Yugoslavya’yı dolaylı da olsa Batı güvenlik kuşağına dahil ederek, Balkanlarda doğan güç boşluğunu giderme politikasına yönelmiştir. Böylelikle Türkiye-Yunanistan-Yugoslavya arasında 1952 yılında hükümet temsilcileri düzeyinde görüşmeler sürmüş, bir savunma birliği konusunda görüşler berraklaşmaya başlamıştır. Nitekim Tito, 7 Ağustos 1952’de Belgrad’da bulunan bir Türk heyetine şöyle demiştir: İlişkiler öyle bir noktaya gelmiştir ki, yalnız siyasi ve ekonomik değil, aynı zamanda askeri işbirliği de düşünülebilir.[6]
Menderes, Yugoslavya’nın NATO’ya alınması gerektiği inancı ile NATO konseyine resmi öneride bulunmuştur. Ancak Tito, Yugoslavya ile İtalya arasındaki Trieste Sorununu ileri sürerek NATO’ya girmeye yanaşmamıştır. Bu değişik yaklaşımları bağdaştırmak için bulunan çözüm, Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 28 Şubat 1953’te Ankara’da bir Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasının imzalanması olmuştur. Anlaşmaya göre üç devlet ortak çıkarlarıyla ilgili konularda birbirlerinin görüşlerini alacaklar, Türk Yugoslav ve Yunan dışişleri bakanları yılda en az bir kez toplanacaktır. Üç ülke 6 Ağustos 1954’te Yugoslavya’nın Beld kentinde imzaladıkları anlaşma ile Pakta yeni bir karakter vermişlerdir. Anlaşmaya göre üç devlet, içlerinden birine veya birkaçına ülkelerin herhangi bir yerinde vuku bulacak silahlı tecavüzü bütün akit taraflara tevcih edilmiş kabul etmektedir.[7]
Stalin’in Mart 1953’teki ölümü ile tekrar iyileşme sürecine giren Sovyetler Birliği – Yugoslavya ilişkileri sonucunda Yugoslavya pakta gereken ilgiyi ve önemi göstermemiş ve bu durumda paktın amacını ve işlevini etkisiz hale getirmiştir. Öte yandan Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunundan kaynaklanan bunalım ve gerginlik paktın uzun ömürlü olmayacağının açık işaretiydi. Pakt ancak 1960 yılına kadar varlığını devam ettirebilmiş, bu tarihte tarafların ortak kararlarıyla sona ermiştir.

1954 Seçimleri:

DP, 1953‘te CHP’nin bütün mal varlığını haksız iktisap diye nitelendirerek hazineye geçiren bir yasa çıkarttı. (14 Aralık 1953) Bu, ana muhalefet partisinin etkinlik olanaklarını kısmak için bir hareketti. Fakat DP’nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefete karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattırıldı. (8 Temmuz 1953)[8]
1954 seçimlerinde DP oyların % 57’sini, CHP % 36’sını aldı. CHP’nin sandalye sayısı 21’e indi.[9] 2 Mayıs 1954’te yapılan seçimin sonuçları şöyledir:
Kayıtlı Seçmen Sayısı: 10.262.063
Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.095.617
Seçime Katılma Oranı: % 88
Cumhuriyet Halk Partisi: 3.161.696
Cumhuriyetçi Millet Partisi: 434.085
Demokrat Parti: 5.151.350
Köylü Partisi: 57.011
Bağımsızlar: 137.318

CHP çökmüş, İsmet İnönü-Nihat Erim ikilisi eleştirilerin hedefine oturmuştur. Bu çöküntü; CHP muhalefetinin kendisini bütün kayıtlardan sıyırmasına, her türlü insaf ölçüsünden ayrılmasına sebep olacak, bu da DP’nin akıl almaz hatalarına yol açacaktır. Şimdi Menderes, seçim sonuçları karşısında duygulanmış “Böyle bir millete hizmet yolunda canım feda olsun” demektedir.[10]

Bağdat Paktı:

Balkanlardan sonra Ortadoğu bölgesinde de askeri güvenliğini artırma ve işbirliğini sağlamak için Menderes hükümeti döneminde oluşturulmuş bir örgüttür. ABD dışişleri Bakanı John Foster Dulles’in girişimleri ve çabaları sonucu askeri işbirliğine dayalı bir örgüt olarak 1955 yılında kurulmuştur.. Üyeleri Irak, Türkiye, İngiltere, Pakistan ve İran’dan oluşmaktaydı. Bağdat Paktı bazı Arap ülkelerinin tepkisini çekmiştir. Örneğin Mısır ile Suriye bu pakta tepki olarak 1958 yılında “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmişlerdir. Fakat Suriye 1961’de bu birlikten ayrılmıştır. Mısır’ın resmi adı 1971 yılına kadar “Birleşik Arap Cumhuriyeti” olarak kalmıştır.
Bu birliktelik hakkında Oral Sander şu bilgiyi vermektedir: 1958 Şubat’ında Mısır ile Suriye arasında Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruldu. Suriye önderleri önderleri, Sovyet taraftarı Genelkurmay Başkanı ve yerel komünistlerin eylemlerinden korkarak Nasır’a başvurmuşlar ve Nasır da bunu olumlu karşılayınca BAC kurulmuştu. Suriye önderlerinin düşüncesine göre, Nasır’ın Mısır’da komünistlere karşı uyguladığı sert politika ve tedbirler, bu birleşmenin sonucu olarak, Suriye’de de etkili olabilirdi.[11]
Bağdat Paktı’nın kuruluşu temelde Menderes Kabinesinin Arap ülkeleri ile ilişkilerinde aldığı tavırdan değil Amerikan askeri stratejisinin dayatmasından doğmuştur. Sander, Amerika açısından Bağdat Paktı’nın kurulmasının nedenlerini şöyle sıralar:
  • Doğrudan bir Sovyet-Amerikan çatışmasına varacak sürtüşmelerden kaçınmak,
  • Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de egemen bir duruma gelmesini engellemek,
  • Bölgedeki kaynaklar ve özellikle petrolün Batı’ya akış yollarını korumak ve sürdürmek,
  • İsrail devletinin varlığını sürdürmesini sağlamak[12].

Arap ülkelerinin, özellikle Mısır’ın şiddetli muhalefetine rağmen 24 Şubat 1955’te Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği anlaşması imzalanmıştır. İngiltere 4 Nisan 1955’te, Pakistan 23 Eylül 1955’te, İran ise 3 Kasım 1955’te pakta katılmışlardır. Bağdat Paktı 14 Temmuz 1958’de Irak’ta gerçekleşen ihtilalden sonra Irak’ın pakttan ayrılması ile niteliğini yitirmiş, paktı ikame etmek için CENTO kurulmuş ise de istenilen amaca ulaşılamamıştır.[13]

1958 askeri darbesinin ardından 1959 yılında pakttan ayrılan Irak’tan sonra paktın genel merkezi Ankara’ya taşınmıştır; 20 yıl sonra 1979’da İran ve Pakistan’ın da pakttan ayrılmasından sonra CENTO da Balkan Paktı’nın akıbetine uğrayıp dağılmıştır.
6 -7 Eylül Olayları:
Demokrat Parti’nin 10 yıllık tarihinde 6 -7 Eylül olayları oldukça mühim bir öneme haizdir. Olaylar, sadece Türkiye’de değil Batı’da da geniş yankılar bulmuştur. Olayların meydana gelişinin temelinde Kıbrıs sorunu yatmaktaydı. Bilindiği üzere Kıbrıs 1960 yılına kadar İngiltere’nin denetiminde iki uluslu bir toprak parçasıydı. 1955 tarihinde adadaki Rumlar, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak için EOKA terör örgütünü kurarak adadaki Türklere karşı kıyıma başladılar. Lozan’dan o tarihe kadar Türk kamuoyunda pek konuşulmayan bir konu olan Kıbrıs, İngiltere’nin de kışkırtması ile Türkler ve Rumlar açısından milliyetçi duyguların ön plana çıktığı bir kaynar kazana dönmüştür. Olaylar Londra’da İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıs’ın geleceğini ilgilendiren konuların görüşüldüğü konferansın henüz bitmeden başlamıştır.
Türk Dışişleri Heyeti Londra’da mücadelesini sürdürürken 6 Eylül 1955’te İstanbul’da inanılması güç olaylar oluyordu. Radyo öğle yayınında Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığını bildirmiş, bazı gazeteler de haberi manşetlerine çekmişlerdir. Kıbrıs dolayısı ile gergin olan halkta bu haber barut fıçısına düşen kıvılcım etkisi yapmış, binlerce insan sokağa dökülmüştü. Olayın görüntüsü böyle idi.[14]
Fakat Beyoğlu’ndaki dükkanlar yakılıp yıkılıyor, malları yağma ediliyordu. Gösteri Rum ve Ermeni vatandaşlarla bunların ev ve işyerlerini hedef almış, tam bir yağma – çapul hareketine dönüşmüştü. Beyoğlu’nu enkaa çeviren binlerce kişiye müdahale edilemiyor, devlet ve hükümet an be an büyük bir sorumluluğa sürükleniyordu.[15]
O akşam bütün İstanbul’da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezarlıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İstanbul’da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir düzen olduğu izlenimi veriyordu. Polis önceleri seyirci, sonra da çaresiz kalmıştı. Olay gece yarısı ordu birlikleri tarafından bastırılabildi. Sıkıyönetim ilan edildi ve işi komünistler yaptı diye birçok solcu tutuklanıp aylarca hapis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada’daki Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarını Bayar, Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Yunan makamları ise Atatürk’ün evine bomba atmaktan sorumlu birkaç Türk yakaladılar, bunlar mahkum oldular. Bunlardan biri daha sonra Türkiye’de valilik yapacaktı. Öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi ama çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çıkmasının üzücü bir başka örneğidir. DP, meclis soruşturması önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.[16]
Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre, 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı. İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültürevi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu. İzmit ve Adapazarı’ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı. (Örneğin Sivas’tan 145, Trabzon’dan 117, Kastamonu’dan 116, Erzincan’dan 111kişi) Kaynaklara göre, olaylardan sonra İstanbul’da 5104, İzmir’de 424, Ankara’da ise 171 kişi tutuklanmıştı. Ne var ki bunların çok büyük bir kısmı bir süre sonra serbest bırakıldı ve ceza alanlar küçük bir azınlığı oluşturdu[17]

1957 Seçimleri:

1957 seçimleri CHP’nin yükselişi ile sonuçlandı. Ekonomik sıkıntılar, siyasi kavga ve çekişmeler, DP’deki bölünme ve 7 yıllık bir iktidarın doğal sonucu olan yıpranma, seçim sonuçlarını DP aleyhine etkiledi. Ama DP yine birinci partiydi ve yine iktidara getirilmişti. 27 Ekim 1957 seçimlerinin sonuçları şöyledir:
Kayıtlı seçmen Sayısı: 12.078.623
Oy Kullanan Seçmen Sayısı: 9.250.949
Seçime Katılma Oranı: % 76.6
Cumhuriyet Halk Partisi: 3.753.136 (% 40.5)
Cumhuriyetçi Millet Partisi: 652.064 (% 7.05)
Demokrat Parti: 4.372.621 (% 47.26)
Hürriyet Partisi: 350.597 (% 3.78)
Bağımsızlar: 4994 (% 0.05)

DP’nin oy oranı bu seçimlerde % 50’nin altına indi. Muhalefetin toplam oy oranı % 50’nin üstüne çıktı. Çoğunluk sisteminin garipliği bu seçimde de kendini gösterdi. DP’ye oy verenlerin sayısı CHP’ye oy verenlerin sayısından sadece 619.000 kişi fazla idi. Ama DP 419 milletvekili ile yine iktidardı. Bütün muhalefet oyları ise DP’nin aldığı oydan 388.000 oy fazla idi. Sonuçlara bir seçim sonucu olarak değil, bir referandum sonucu olarak bakarsak DP’nin başarısını sürdürdüğü anlaşılır. Halk DP’nin iktidarının devam etmesini istediğini, başarılı olmadığı takdirde iktidardan uzaklaştırmak için bir dönem daha beklemeyeceğini söylemişti. DP’nin Ankara’da kaybetmesinden, CHP ayrı bir moral kazandı.[18]

Gerek CHP yöneticileri, gerekse CHP’li yurttaşlar seçimlerde hile yapıldığı kanaatindeydiler. İnönü’nün ve CHP yöneticilerinin, DP’nin seçimi seçmen sandık kütüklerinde yapılan tahribatlar ve DP’li militanların birçok sandıkta oy kullanarak kazandığına olan inançları CHP yönetimini sert bir tutuma sevk etmişti. İnönü, 29 Ekim’de TBMM’de Bayar, Koraltan ve Menderes’in kutlama törenlerine ve Anıtkabir’de yapılan resmi tören ile hipodromdaki resmi geçide katılmama kararı almıştı ve böylece DP’ye karşı 27 Mayıs 1960’a kadar sürecek olan şiddetli mücadelesini başlatmıştır.[19]

Mustafa KÖSE

Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü
Yararlanılan Kaynaklar
[1] AYDEMİR, a.g.e., s. 192
[2] ÖZDAĞ, a.g.e., s. 35
[3] a.g.e., s.36
[4] Oral SANDER, Siyasi Tarih, 1918-1994, İmge Kitabevi, Ankara, 1989, s.266-267
[5] a.g.e., s. 40-41
[6] a.g.e., s. 43
[7] a.g.e., s. 43-44
[8] KOÇAK ve diğ., a.g.e., s. 216
[9] a.g.e., s. 216
[10] Recep Şükrü APUHAN, 27 Mayıs’tan Yassıada Mahkemelerine Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, s. 113
[11] SANDER, a.g.e., s. 309
[12] ÖZDAĞ, a.g.e., s.45
[13] a.g.e., s. 46
[14] APUHAN, a.g.e., s. 122-123
[15] a.g.e., s. 123
[16] KOÇAK ve diğ., a.g.e., s.217
[17] www.aleviyorum.com/makale-roportajlar/478-6-7-eylul-belgeseli.html (Mayıs 2008)
[18] APUHAN, a.g.e., s. 127-128-129
[19] ÖZDAĞ, ag.e., s.95

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder