1938-1960 YILLARI ARASINDA
ATATÜRK DEVRİMLERİNE KARŞI FAALİYETLER
Giriş
Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak 1919 yılı Mayıs ayının
19’ncu günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, zorlu, çetin, yorucu, mücadele
gerektiren, sonunda ölümün bile olacağı uzun bir yola çıkmıştı.
İçinden çıktığı ve kendi egemenliği içinde yaşamasını
istediği milleti için hak ettiği ortamı kurmayı, devletini muasır medeniyetler
seviyesine çıkarmayı kendisine bir görev, bir ant addeden Mustafa Kemal Paşa,
milli mücadele sonrası Türk Devrimi’nin devamı olan inkılâpları da bir bir,
sırasıyla ve kısa sürede hayata geçirmiştir. Bu süreçte Türk Devriminin özünü
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik (Ulusçuluk), Halkçılık, Devletçilik, Laiklik,
Devrimcilik, ilkeleri oluşturmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, hem Arap-İslam şeriatçılığının hem de
Sovyetlerin sınıf diktatörlüğünün reddedilerek insan haklarına dayalı demokrasi
modelinin kabulü ve batıya karşı kazanılan anti-emperyalist bir savaş sonunda
üstelik de bir İslam toplumunda kurulmuş olan tek laik ve demokratik devlettir.
(Kongar, 2002,s. 65.) Laik, demokratik özellikleri yanı sıra toplumsal
devrimlerle emperyalist güçlerin hiç de hoşlanmadığı “Ulus Devlet” özelliğine
kavuşmuştur.
1. Karşı Faaliyetler
Napolyon’un bir sözü vardır: “Bir ülkenin coğrafyası o
ulusun kaderidir.” (Ortaylı, Arıboğan, Yavuz, 2008., s. 196.) Coğrafyanın
politikaya etkisi kara hâkimiyet, deniz hâkimiyet, hava hâkimiyet (Teoriler
hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Çora, 2003, s.22,23.) üzerine inşa
edilmiştir. Türkiye de jeopolitik konumuyla emperyalist ülkelerin ve özellikle
çevre ülkelerin daima hedefi halindedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu
değişmeyeceğine göre bu tür iç ve dış tehditler Türkiye Cumhuriyeti var oldukça
devam edecektir.
Nitekim muhtelif tarihlerde Türkiye’ye karşı yönlendirilmiş
olaylar, terör ve tedhiş hareketleri ve bu arada “dış baskılarla” büyük
boyutlara ulaşabilecek bir tarzda planlı, programlı ve sistemli uygulamalar
açıkça göstermektedir ki; Türkiye; “ilan edilmeyen gizli savaş”la karşı
karşıyadır. (Özgen, 1989, s.2)
Devrimlerin ortaya çıkması, uygulanması ve yaygınlaşması
esnasında hedeflenen noktalarda ve hedefe varmak için kullanılan yollarda
sapmalar yaşanmıştır. İşte bu sapmalar bazı kesimler tarafından devrimlere
karşı çıkıldığı anlamına gelmektedir. “Karşı Çıkışlar” aynı zamanda “karşı
faaliyetler” olarak da adlandırılabilir. “Karşı Faaliyet”in toplum içindeki
yaygın kullanım şekli “Karşı Devrim”dir. Bu bakımdan “Karşı Faaliyet"
kavramını “Karşı Devrim” olarak algılamak yanlış olmayacaktır.
Orhan Hançerlioğlu, Karşı Faaliyet (Devrim) kavramını
“Felsefe Ansiklopedisi”nde şöyle açıklanmıştır: “(la contre Revolution): Bir
devrimin getirdiklerini ortadan kaldırmak ve eskiye döndürmek için girişilen
gerici davranış. 1789 Fransız Devrimi’nden kalma deyimdir. Devrimlere karşı
çıkan, direnen, eskiyi korumaya çalışan her tutum ve davranış bu deyimin
kapsamı içindedir.” (Hançerlioğlu, 1976, s.220)
2. 1938-1945 Dönemi
(Milli Şef Dönemi)
Atatürk’ün ölümüyle onun yaptığı devrimlerin nasıl bir
sürece ve hangi liderin eliyle gireceği, çok önemli bir meseleyi oluşturuyordu.
Bu kritik süreç Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerinin bekası için çok önem arz
ediyordu. Bu nedenledir ki 1938-1945 dönemi Türk siyasi hayatında önemli bir
dönem oluşturur.
Atatürk’ün ebediyete intikali ile yapılan cumhurbaşkanlığı
seçiminde 323 oyun 322’sini alan İsmet İnönü Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci
cumhurbaşkanı olmuştur (Bozdağ, 2000, s.
177-222). Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün ilk uygulaması
Atatürk’ün ne kadar yakın çalışma arkadaşı varsa hepsini görevden el çektirme
yönünde olmuş, Ocak 1939 tarihinde Atatürk’ün son başvekili olan Celal Bayar’ın
da görevi de sona ermiştir (Yetkin, 2007,
s.36-38) .
Atatürk’ün çalışma arkadaşlarını, yakın dostlarını
yönetimden uzaklaştıran, Atatürk dönemine yönelik ithamlarda bulunan İsmet
İnönü, aynı zamanda Atatürk’ün devlet hizmetlerinden uzaklaştırdığı, hatta
Atatürk’ün ilkeleri ve devrimlerine karşı gelen bazı insanları tekrar yönetime
alarak adeta kırgınların gönlünü kazanarak yönetim tarzının ne istikamette
gideceğine dair açık ipuçları veriyordu.
Ülkenin siyaseti ve siyaset adamlarına yönelik bu tür
değişiklikler olurken, “Ayrıcalık tanıyan ve bağımlılık doğuracak dış
anlaşmalar yapılmamalıdır” şeklinde önerilerde bulunan Atatürk’ün dış politika
anlayış ve uygulamasında da değişiklikler yapılıyordu. İsmet İnönü’nün
cumhurbaşkanlığının henüz başlarında o zamanın siyasal ortamındaki zorunluluk
ile yabancı devletlere imtiyazlar tanıyan antlaşmalara imza atılmış ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin en önemli özeliklerinden biri olan “Tam Bağımsızlık”
yara almaya başlamıştır.
3. 1945-1950 Dönemi
Bilindiği gibi; Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1939
yılından savaşın bittiği yıl olan 1945’e kadar geçen süreçte kararlı bir şekilde
“savaşa katılmama” politikası izledi.
Savaş sonunda Türkiye’nin tek kazanımı olan “Toprak
Bütünlüğü”, Sovyetler Birliği’nin istek ve tehditleriyle karşı karşıya kaldı ve
bu devlet Haziran 1945’ten itibaren Türkiye üzerine ağır bir siyasi baskı
yapmaya başladı (Sarınay, 1988, s. 46) . Sovyetler Birliği’ne karşı tek başına
karşı çıkamayacağını düşünen Türk hükümeti, Sovyetlere karşı Amerika’nın
desteğini aramaya yöneldi (Özçelik, 2003, s. 13.).
1945’in başında A.B.D. ile yapılan ikili anlaşma, 4780
sayılı yasa ile T.B.M.M.’de onaylandı. Anlaşmanın ikinci maddesi şöyleydi
(Tunçkanat, 1970, s. 27):
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, müsaade edebileceği
bilgileri, hizmetleri, maddeleri ve kolaylıkları A.B.D.’ne temin etmekle
görevli olacaktır.”
Bu süreçte Türkiye, A.B.D. ile yapmış olduğu antlaşmalarla,
dünyanın değişik yerlerinde A.B.D.’nin elinde kalan ve ülkelerine götürmesi
oldukça maliyetli olacak, eskimiş savaş artığı malzemeleri almak için borç
almakla yüz yüze kalıyor (Savaş, 2004, s. 165) ve 10 milyon dolar borç kredi
alıyordu (Arcayürek, 2008., s.169).
Türkiye, 1950’ye kadar A.B.D. ile birçok ikili antlaşmalara
imza atmıştır (Tunçkanat,1970, s. 27). Bütün bu ikili anlaşmalar, Türkiye’nin
bağımsız hareket etmesini gün geçtikçe zorlaştırmıştır. İkili anlaşmaların yanı
sıra Türkiye, İMF’ye ve Dünya Bankası’na da 1947 yılı içinde üye olmuştur. Bu
süreçte Truman Doktrini ile Batı blokunda yerini alan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, yapılan anlaşmalarla bağımsızlık ilkesini artık hatırlayamaz hale
gelmiş, Marshall yardımıyla da A.B.D. ile ilişkisi artmıştır.
Bir görüşe göre; A.B.D. bütün bu ekonomik yardımları
yaparken, Sovyet yayılmasını durdurmak için en etkili silahın “Din” olduğunu,
ülkelerin Sovyetlerden ve komünizmden korunmasının tek yolunun dine
sarılmasının gerekliliğini öne sürüyordu (Öztürk,
, 2008, s. 282).
İşte yıllar sürecek din tartışmaları, dini olayların
çoğalarak laik düzeni yıpratması, politikacıların dini siyasete alet etmesi
gibi olayların böyle bir sürecin sonunda başladığını söylemek yanlış olmayacaktır.
3.1. Çok Partili
Düzene Geçiş
II. Dünya Savaşı bitiminde, İsmet İnönü’nün, milli şeflikten
vazgeçerek çok partili yaşama geçmek istemesinin sebebi, demokratik bir sisteme
kavuşmanın yanı sıra Türkiye’nin dış politikada Sovyetler Birliği’nin baskıcı
ve uzlaşmaz tavırları karşısında yalnız kalmak yerine, Batı’yı yanına alarak
denge politikası uygulamasıdır. Böylece 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi’nin
de kurulmasıyla çok partili sisteme çabucak bir geçiş sağlandı.
Çok partili sürece girmemize katkısı olan A.B.D. ise 1946
yılından itibaren Türkiye’nin toprak bütünlüğü ile yakından ilgilenmeye
başlıyordu. A.B.D.’nin tavrı, Sovyetler Birliği’nin gerçek amacını tahlil
edince, Türkiye lehinde gelişmeye başlamış, fakat bu gelişme daha sonra değişik
bir seyir alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin temeli olan laik,
demokratik, ulus devlet olma niteliklerini yıpratıcı, Atatürk ilke ve
devrimlerini tehdit edici bir sürece dönüşmüştür.
3.2. Bölücülerin
devreye girmesi
Doğaldır ki, çok partili sisteme geçiş, birçok iç ve dış
dinamiğin devreye girmesine vesile olur. Yeni yeni oluşan demokratik ortamın
sağladığı özgürlük ortamından yararlanma amacını güden bölücü düşünce yapısında
olanlar, öncelikle Milli Kalkınma Partisini desteklemişler, ardından Demokrat
Partinin kurulmasıyla desteklerini bu parti yönüne kaydırmışlardı. Kürtçü olan
bölücülerin birinci önceliği “ Mecburi İskân Yasası”nı kaldırmaktı.
Çok partili dönemin başlaması ile mevcut partilerin artması
doğal olarak partililerin oy hesaplarını bölgesel ağalar ve şeyhlerin
desteklerinin alınmasına yöneltti. Tek parti döneminde bastırılmış olan
ağaların ve şeyhlerin nüfuzları yeniden önem kazandı. Hatta bu süreçte C.H.P.de
en az D.P. kadar ağa ve şeyhleri, bazı ünlü aileleri kendisine bağlamaya çalıştı
(Kılıç, 2007, s. 167).
Böylece, 1927 yılında “mütegallibe”(zorba) olarak bölgeden
uzaklaştırılan ağalar, şeyhler, aşiret reisleri, C.H.P. nin ve diğer partilerin
de büyük katkılarıyla, 1947 yılında, birer “kahraman” olarak geri döndüler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel sorunlarından olan
feodal yapının kaldırılmasını sağlayacak tedbirler yerine, bu gelişmeler
ülkenin Atatürk ilkeleri ve devrimlerinden biraz daha uzaklaşmasına,
devrimlerin yara almasına sebep olmuştur.
3.3. Toprak
Reformunun saptırılması ve Köy Enstitülerinin Yıpratılması
Atatürk tarafından daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından
itibaren gerçekleştirilmek istenen Toprak reformu, ancak 11 Haziran 1945
tarihinde “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” adı altında yasalaşmıştır. Yasanın
gerekçesinden (T.B.M.M.,Tutanak Dergisi, s. 97)
de anlaşılacağı gibi amaç, toprak ağalarından alınan topraklar köylülere
dağıtılarak feodal yapının yok edilmesidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın %80’i kırsalda
yaşamaktaydı. Okuma yazma oranı ise çok düşüktü. Atatürk, ölümünden önce
toplumun içinde bulunduğu cehaleti görmüş ve bu konunun ve açılımlarının
üzerinde çok durmuştur. Toplumu eğitmek için öncelikle yetenekli çavuşlar,
onbaşılar kullanılmış, ardından “Köy Eğitmenleri” olarak yedi bine yakın eğitmen
bu uygulamada görev almıştır (Kili, 2008, s.250). Yine Atatürk’ün sağlığında
Kırklareli, İzmit, Eskişehir “Köy Öğretmen Okulları” açılmıştır (Savaş, 2001,
s. 249). Fakat bu yöntemler sorunu çözmekte yeterli olamamış ve “Köy
Enstitüleri’ ihtiyacı bu uygulamaların sonucunda ortaya çıkmıştır (Kili, 2008,
s. 251). Bu suretle Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında 17
Nisan 1940’ta 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu T.B.M.M.’de kabul edilmiştir
(Yetkin, 2007, s. 232).
Köy Enstitüleri Kanunu’nun maddeleri incelendiğinde kuşkusuz
anlaşılacak olan amaç, köy çocuklarını okutmak ve eğitmek olduğu aşikârdır.
Ancak diğer önemli ve açıkça ortaya konulmayan amacı ise toprak reformu
gerçekleştiğinde üretimi örgütleyecek kadroları yetiştirmektir. Diğer bir ifadeyle
toprak ağalarının karşılarına çıkacak eğitimli, haklarını bilen, emeğinin
karşılığını isteyen, toplumu eğitecek şekilde lider rol modeli üstlenmiş
insanların çoğalmasıdır. Böylece toprak ağalarının hegemonyasının kırılması,
feodalitenin yok olması amaçlanmıştır.
“Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” yozlaştırılırken aynı
süreçte bir devrim olarak değerlendirilen Köy Enstitüleri C.H.P. döneminde
yıpratılmış, D.P. iktidarında 1954 yılında 6234 sayılı yasayla ortadan
kaldırılmıştır (Yetkin, 2007 s. 242-245) .
3.4. Milli Eğitim:
Din ve Siyaset
Çok Partili Sisteme geçtikten sonra 1946 seçimlerinde
C.H.P.’nin aldığı başarısız sonucun diğer sebeplerinden biri de D.P.’nin dini
propagandalarının olduğu kanaatinin C.H.P.’nin telaşa düşmesine sebep olmasıydı
(Arcayürek, 2008 s. 192) .
1946 yılında Meclis Grubu din tedrisatı sorununu incelemek
üzere kurulan komisyon ile başlayan tavizler C.H.P.’nin 7’nci Büyük
Kurultayında din açısından yapacağı açılımlarla devam etmiştir. Temmuz 1947’de
“Özel Din Öğretimi “ kabul edilerek “Din Bilgisi Dershaneleri”nin açılmasına
karar verildi. Bununla yetinilmeyerek imam yetiştirmek üzere “Din
Seminerleri" açıldı. C.H.P. bütün bu faaliyetler için kendi binalarının
kullanılmasına izin verdi (Arcayürek, 2008, s.360). Şubat 1948’de de Tahsin
Banguoğlu’nun başkanlığını yaptığı parti komisyonunda ilkokulların son
sınıflarında “ihtiyari", yani isteğe bağlı olarak din dersi konulması
kararlaştırılmıştır (Yetkin, 2007, s. 443).
1 Şubat 1949 tarihinde valiliklere gönderilen genelgeyle
(M.E.B.Tebliğler Dergisi, s. 153, Daver, T, 1955, s. 135-136, Cumhuriyet
Ansiklopedisi, 2005, s. 158) “ilkokullarda din öğretimi” 15 Şubat 1949 tarih
itibarıyla ilkokullarda ihtiyari olarak 4. ve 5. sınıflarda verileceği
bildiriliyordu. Aynı yılın başında 1930 yılında tamamen kaldırılan İmam Hatip
okulları yerine İmam Hatip kursları açıldı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 31). Mart
ayında bu kursların sayısı 12’yi bulmuştu (Cumhuriyet Gazetesi, 8 Mart 1949). 4
Haziran 1949 tarihinde de İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasına yönelik yasa
çıkarıldı.
Dini tavizler burada bitmeyecekti. C.H.P.nin ve diğer
partilerin çok partili sistem içinde oy toplama telaşı daha birçok karşı
devrimlere kucak açacaktı. Bunlardan birisi de Ezanın dilini değiştirilmesiydi.
Mustafa Kemal’in emriyle Aralık 1931’de Dolmabahçe
Sarayı’nda, halkın anlayacağı dilde olması amacıyla, ezan ve hutbelerin
Türkçeleştirilmesi çalışmaları başladı ve ilk Türkçe ezan 30 Ocak günü Fatih
Camii’nde okundu.
Din konusunda, hükümet verilen tavizler konusunda tam hızla
giderken Demokrat Parti de hükümetten az kalmayacak şekilde din propagandası
yapıyordu. Daha iktidara gelmeden 1932-1933 yılından beri Türkçe okunan ezanın
Arapça okunmasını gündeme getirmeye başlamıştı. D.P.de Arapça ezanı kullanarak
oy hesaplarıyla bu yasağı kaldıracaktı (Şimşir, 2009, s. 455). Çünkü dönem
dinin siyasete alet edilmesi dönemiydi.
Atatürk’ün “Türkiye, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar
memleketi olamaz.” demiş olmasına rağmen kendisinin ölümünde on yıl sonra
toplumun vereceği tepkiler mecliste iki meczubun Arapça ezan okumaları, bazı
camilerde yine Arapça kelamlar verilmesiyle ölçülmüş ve toplumun yeniden
şekillendirilmesi için bir öngörü yaratılmıştı. Ezanın Arapçaya dönüştürülmesi
konusu seçim sonrası iktidara gelen D.P.nin ilk icraatı olacaktı.
Artık C.H.P. iktidarda kalabilmek, kaybedilen oyları
kazanabilmek için her türlü tavizi veriyordu. C.H.P.’nin iktidardayken yaptığı
dini uygulamalardan sonuncusu türbelerin açılmasıydı (Şimşir, 2009, s. 455).
1945-1950 dönemi içindeki diğer önemli dine yönelik
gelişmelerden birisi de İslami içerikli neşriyatta olan sayısal artıştır.
İslami içerikli neşriyatın yayın anlayışı tamamen rejim aleyhtarlığı yönünde
idi. Bu tür yayınlardan bazılarının hedefleri doğrudan Atatürk ilke ve
devrimleriydi.
Atatürk’ün Kurtuluş savaşının da ötesindeki öncelikli
hedefini kısaca; cahil bırakılmış olan Türk halkının eğitilmesini sağlamak,
kendilerine yaraşır eğitim vermek, böylece onlara insan olduğunu hatırlatmak,
bir kültüre ait olduğunu hissettirmek şeklinde açıklayabiliriz. Latin
harflerine geçerek kısa sürede okuma yazma oranının artırılması, köy
okullarının, halkevlerinin, köy enstitülerinin açılması hep bu sebeptendi. Ama
tüm bu süreçte en hassas olunan, üzerinde dikkatle durulan konu eğitimin
“milli” olmasıydı.
İsminin başında “milli” olan önemli kurumlardan birisi olan
Milli Eğitim Bakanlığı, 27 Aralık 1949 tarihinde “Fulbright Antlaşması”na
(Tunçkanat, 1970. s. 43-49) imza attı. Anlaşmaya göre; Türkiye’de bir “Birleşik
Devletler Eğitim Komisyonu” kurulacak, komisyonun giderleri ise Türkiye’nin
A.B.D.’ne olan borcundan karşılanacaktı. Komisyonun amacı ise “eğitim
programının idaresini kolaylaştırmak” idi. Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve
dördü A.B.D. vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden kurulacaktı. Bunlara ek olarak
Türkiye’deki A.B.D. diplomatik heyetinin başı, (Amerikan Büyükelçisi)
komisyonun fahri başkanı görevini yürütecekti (Yetkin, 2007, s. 372,373).
3.5. Türk Silahlı
Kuvvetlere Saldırı, Mustafa Muğlalı Olayı
1945-1950 dönemi içinde çok partili düzene geçilmesiyle bölücülere
ve gericilere, Atatürk İlkeleri ve Devrimlerinin hilafında verilen dini
tavizlerin yanı sıra TSK ile hesaplaşma amacı güden bir kısım çevrelere de el
uzatılmıştır. Bu bağlamda Orgeneral Mustafa Muğlalı (Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, 1972, s. 134,135) davası
tipik bir karşı faaliyet olarak değerlendirilebilir.
Orgeneral Mustafa Muğlalı, Atatürk ilke ve Devrimlerine
karşı faaliyetlerde bulunan kesimler tarafından çok daha farklı anlam ifade
etmekteydi. Birincisi; Orgeneral Muğlalı, Menemen’de baş gösteren gerici
isyanın sonunda kurulan Askeri Mahkeme’nin başkanıydı. Cezalandırılanlar
arasında Nakşibendî tarikatının “Kutbülaktabı” yani başı Esat Efendi de
bulunuyordu. İkincisi ise; Temmuz 1943'te Van ili’ne bağlı Özalp ilçesinde, 33
eşkıyayı sorgulamak yerine Mustafa Muğlalı'nın emriyle sınıra yakın bir yerde
kurşuna dizildiği iddiasıdır.
Demokrat Parti “Mustafa Muğlalı Olayı” başlığıyla 1943
yılındaki bu olayı 1949 yılında siyasi gündeme taşıdı. Emekli Orgeneral Muğlalı
1 Eylül 1949 günü tutuklandı ve yapılan mahkemeler neticesinde 6 yıl 6 ay hapse
mahkûm edilerek hapishaneye gönderildi. Bu süreçte sağlığı bozulan Paşa,
uğraşılarının semeresini alarak iktidar olan Demokrat Parti döneminde 2 Şubat
1951 tarihinde tahliye edildi. Fakat sağlığı bozulan Muğlalı 11 Aralık 1951
yılında hayata veda etti. Altemur Kılıç (Kılıç, 2007, s. 164) bu olayı kısaca
şu şekilde yorumlamıştır;
“D.P. iktidarının, Kürt isyanlarının bastırılmasında önemli
bir rol oynadığı için Kürtçülerin hışmını çekmiş olan General Mustafa
Muğlalı’yı yargılatması Kürtçüleri teşvik etmiştir. Kürtçülük hareketine ivme
kazandırmıştır.”
3.6. Yıkıcı
Faaliyetler
Gizli Türkiye Komünist Partisi; faaliyetini Sovyet Rusya’dan
aldığı emir ve direktifler doğrultusunda, 1939’dan itibaren aydın zümre üstünde
yürütmeye başladı. Bilhassa üniversite öğrencileri arasında belirli bir grubun
elde edilmesi maksadıyla planlı, programlı, detaylı bir içerik kapsayan
propaganda çalışmalarına yöneldi ve bu bağlamda üniversitelere el attı.
Bu dönemin en önemli ismi TKP’nin lideri Dr. Şefik Hüsnü
Değmer idi. Değmer II. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Paris
Konsolosluğundan pasaport alarak Türkiye’ye dönüp, gizli komünist partisini
organize etti (Sançar, 1966, s. 20).
1939 yılından itibaren yönünü aydınlara ve üniversite
öğrencilerine çeviren TKP, çok partili sisteme geçilmesinin etkisiyle 1946-1950
yıllarındaki siyasi ortamdan en iyi şekilde faydalandı.
4. 1950-1960 Dönemi
Çok partili sisteme geçtikten sonra yapılan ikinci genel
seçimlerde Demokrat Parti yılların partisi olan C.H.P.’ni 14 Mayıs 1950
tarihinde seçim sisteminin de etkisiyle hezimete uğrattı. İktidarı teslim alan
D.P. Başkanı ve yeni Başbakan Adnan Menderes, T.B.M.M.’de okuduğu hükümet
programında; “... Millete mal olmuş inkılaplarımızı saklı tutacağız..” diyerek,
devrimleri millete mal olmuş ve olmamış şeklinde ikiye ayırıyordu (Tunaya,
1991, s. 205).
4.1 Artan Dinî
Faaliyetler
D.P. hükümetinin ilk icraatı, 1932 yılından beri Türkçe
okunan ezanın Arapça okunma yasağını kaldırması oldu. Arapça ezanın geri
getirilmesinin akabinde bazı gerici faaliyetlerde kıpırdanışlar baş göstermiş
ve 22 Haziran’da Ticani Tarikatı’ndan olan bazı kişiler, Atatürk’ün büst ve
heykellerine saldırılara başlamışlardır (Şimşir, 2009, s. 464-475). Heykellere
yönelik saldırılar dönem içinde hükümetin tutum ve davranışlarından güç alarak,
özellikle başta Ticaniler olmak kaydıyla diğer İslamcı kesim tarafından
yapılmaya devam ede gelmiştir.
5 Temmuz 1950 tarihinde radyodan dini program yapılması
yasağı kaldırıldı. (Arcayürek, 2008, s. 232) Ramazan ayında sabah ve akşam, her
biri on dakika olacak şekilde günde iki defa, diğer aylarda ise haftada bir gün
Cuma günleri olmak üzere radyodan dini yayınların yapılmasına izin verildi
(Sitembölükbaşı, 1995, s. 60).
Bu yeni dönemin başlamasıyla da dini yayınların sayısı her
alanda büyük çapta artmaya başladı. Dini konular tüm yayın organlarınca yeniden
ele alınıp yorumlanmaya başlandı (Kaçmazoğlu, 1998, s. 71). 1960’a kadar
yayımlanan dini yayınların sayısı diğer dönemlerle karşılaştırılmayacak kadar
arttı.
Adnan Menderes’in ve bazı D.P. milletvekillerinin gerici
çevreleri bazı hareketler yapmaları yönünde teşvik eden tarzda konuşmalar
yapması, bazı il ve ilçe kongrelerinde; Fes ve Sarık giyilmesine izin
verilmesi, hafta tatilinin yeniden Cuma gününe alınması, kadınların açık-saçık
gezmelerinin yasaklanması, birden çok kadınla evlilik yapılması (Vatan, 13 Mart
1951. Zafer, 14 Mart 1951), Anayasaya devletin dininin İslam olduğunu belirten
ifadenin konulması, kadının çalıştırılmaması, evlenme ve boşanmalarda kadınlara
eskisi gibi daha az hak tanınması, kızların ilköğrenimden sonra okutulmaması
(Vatan, 26 Nisan 1951) gibi bir takım gerici istemlerin oluşmasına da neden
olmuştur.
İktidara ait milletvekilleri tarafından yapılması istenen
isteklerin yanı sıra cehaleti ortadan kaldıran Latin harflerinin yerine yeniden
toplum içinde arap harflerine dönüş sıklıkla gözlenmiştir.
Bu süreçte, İslamcı gruplarla ittifak bile kurmaktan çekinmeyen
Adnan Menderes, 1957 seçimlerine yaklaşırken seçmenlere şöyle sesleniyordu;
“İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camii’ni ikinci Kâbe yapacağız.”
Öyle ki, 19 Ekim 1958 tarihinde Adnan Menderes Emirdağı
ziyaret ettiği zaman Nurcular, kendisini iki tuğralı yeşil bayrakla
karşılamışlardır. Daha sonra da Said-i Nursi ülke içinde seyahatlere
çıkarılmıştır (Kaçmazoğlu, 1998, s. 75).
4.2. Din ve Eğitim:
Dinî Eğitim
1945’ten sonra C.H.P. ile başlayan dinî eğitimin örgün
eğitime dâhil edilmesi konusunda verilen tavizler D.P. zamanında devam ederek
son raddeye varmıştır.
Demokrat Parti, 7 Kasım 1950’de köy okullarının Tarım, şehir
okullarının Türkçe derslerinin birer saatini iptal ederek, iki ders saatini din
dersi olarak belirledi. Böylece “ihtiyarî” (mecburî olmayan, zorunlu
bulunmayan, isteğe bağlı olan) olan din dersi mecburi hale gelmiş oldu (Saray,
2008, s. 93). İlkokullarda verilecek din eğitiminin sorumlusu sınıf
öğretmenleriydi. Sınıf öğretmenlerinin din eğitimi verebilmesi için din eğitimi
alma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. Bu sebeple ilköğretmen okullarının 9. ve 10.
sınıflarına 1953 yılından itibaren haftada birer saat zorunlu din dersi konuldu
(Ayhan, 2004, s. 153).
1949 yılında ilkokulların, 1953 yılında ilkokul öğretmen
okullarının, 1956 yılında ortaokul müfredatına eklenen din eğitiminin örgün
eğitimdeki yerleşme seyri devam etmiş, 1967 yılında da liselerin 1.ve 2.
sınıflarına ve 1976 yılında ortaokul ve liselerin son sınıflarına da din dersi
konulmuştur.
İmam Hatip Okulları ise 17 Ekim 1951 tarihinde Adana,
Ankara, Isparta, İstanbul, Kayseri, Konya ve Maraş olmak üzere toplam yedi ilde
öğretime başlamıştır.1958 yılında Balıkesir ve Burdur’da İmam Hatip okullarının
açılmasıyla toplam İmam Hatip okul sayısı 19 olmuştur. 1961 yılına kadar Orta Öğretim
Genel Müdürlüğüne bağlı kalan İmam Hatip okullarının sayısı aynı kalmıştır
(Saray2008, s. 99). İmam Hatip okullarının yanı sıra Kur’an kurslarının
sayıları da hızla artmaya başlamıştır (Koray, 2003, s. 577). Bu sürece son
nokta 1959 yılında orta dereceli okullar ile İmam Hatip okullarına din dersi
öğretmeni yetiştirmek ve dini araştırmalar yapmak maksadıyla Yüksek İslam
Enstitüleri İstanbul’da açılarak konacaktır (Saray, 2008., s. 102).
4.3. Halkevlerinin
Sonu ve Köy Enstitülerinin Kapatılması
D.P.nin iktidara gelmesiyle 1946’dan beri devam eden
Halkevleri ve Halkodaları tartışması, hem parti platformunda hem de meclis
birleşimlerinde her iki parti tarafından daha da tartışmaya başlanıldı.
Oysa ki Adnan Menderes, yıllarca Halk Partisi’nin Halkevleri
Müfettişi olarak çalışmıştı. Onun Halkevlerinin varlığı için 15 yıl
çalışmasının ardından 4 Mayıs 1951 tarihinde mecliste yaptığı bir konuşmasında
Halkevleri için söyledikleri oldukça düşündürücüdür:
“Halkevleri, Halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak,
Faşistçe düşünce ve telakkilerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde
tamamıyla, abes, beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedirler.” (Saray, 2008, s.
184)
8 Ağustos 1951 tarihinde 5830 sayılı yasa olarak halkevleri
ve halkodalarının kapatılması yasalaştı (Şimşek, 2002, s. 212,213). Kapatıldığı
zaman Halkevleri’nin sayısı 474, Halkodaları’nın sayısı 4306’ya ulaşmıştı
(Özakman, 2009, s. 234). Böylelikle, on dokuz yılı aşkın bir süredir faaliyette
bulunan Halkevleri ve Halkodaları gibi büyük bir örgütlenmenin Türk halkına
kazandırdığı dinamizme iç ve dış baskılar nedeniyle son verilmiştir.
Köy enstitülerinin de sonu aynı olmuştur. Hasan Ali Yücel’in
istifa ettirilmesi, Hakkı Tonguç’un İlk Öğretim Genel Müdürlüğü’nden alınarak
Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atanması, hatta
bununla yetinilmeyip 1949 yılında resim iş öğretmeni olarak görevlendirilmesi,
Köy Enstitüleri’ni 1950’li yıllarda nelerin beklediğinin işaretleriydi.
Nitekim, 1951 yılında programı klasik ilk öğretmen okullarının
programıyla birleştirilen, Köy Enstitüleri’nin eğitim öğretim hayatına,
Demokrat Parti 1954 yılında 6234 sayılı yasayla son vermiştir (Erol, 2003, s.
151).
4.4. Kore Savaşı ve
Türkiye’nin NATO’ya Girişi
Batılı devletlerin güvenlik alanında Avrupa hükümetler arası
işbirliğini geliştirmek amacıyla Brüksel Anlaşması’nı imzalamaları Türkiye’de
de büyük bir ilgi uyandırmıştır (Gönlübol, Ülman, 1982, s. 224). Türkiye,
Avrupa savunma cephesine katılmak maksadıyla İngiltere nezdinde diplomatik
temaslarını yoğunlaştırdı.
C.H.P, 11 Mayıs 1950 tarihinde Türkiye’nin NATO’ya katılması
için ilk resmi müracaatı yaptı (Sander, 1979, s.70). Ancak sadece İtalya’nın
destek verdiği Türkiye’nin müracaatı konusunda toplantıda bir karara
varılamadı. Bu arada Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki anlaşmazlık sıcak
savaşa dönüşmüştü (Kore savaşı hakkında geniş
bilgi için bkz.: Deniz, 1994; Dora, 1963).
B.M. Güvenlik Konseyi, 27 Haziran 1950 tarihinde “Silahlı
taarruzu geri püskürtmek ve barışı iade etmek için Kore Cumhuriyeti’ne yardım
yapılmasını” karara bağladı (Zafer, 1 Temmuz 1950). B.M. Güvenlik Konseyi’nin
bu isteği, D.P. hükümetine üzerinde önemle durduğu NATO’ya üyelik kampanyasına
daha büyük hızla devam etmesi için önemli bir fırsat yaratmıştır.
Yoğun toplantılar ve görüşmeler neticesinde; Türkiye
Cumhuriyeti, Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu kararla A.B.D.’den sonra Kore’ye
silahlı kuvvet gönderen ikinci devlet oldu (Sarınay, 1988, s. 87). Hemen
ardından ikinci resmi müracaatını yaptı (Sander1979, s.76). Ancak NATO Bakanlar
Konseyi bu başvuruyu da kabul etmedi.
A.B.D. değişen politikaları neticesinde Türkiye ile
Yunanistan’ın NATO’ya tam üye olarak alınmalarını yönünde destek vermesiyle iki
ülke de 18 Şubat 1952’de üyeliğe kabul edildi (Kabul
edilen kanun metni için bkz.: Düstur, III. Tertip, Cilt.33., s.314-315;
Armaoğlu, 1983, s.520).
A.B.D.’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı ile askeri ve
ekonomik yardımlara kavuşan, tercihini Batı Bloku yönünde yapan Türkiye NATO’ya
girerek kendini gelebilecek her türlü tehdit ve tehlikelere karşı emniyet
altına aldığına inanırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin değeri olan “Tam
Bağımsızlık” ilkesi yerini artık iyiden iyiye “Bağımlılık”’a bırakıyor ve
Türkiye emperyalist güçler için uygun bir hedef halini alıyordu.
4.5. Ekonomik Anlayış
ve Devletçilik
1950-1960 dönemi ekonomik politikalara yön veren 1945-1950
döneminde C.H.P.nin son zamanlarındaki ekonomik uygulamalardır. O dönemde
Truman Doktrini, Marshall yardımıyla doğrudan A.B.D.nin güdümüne giren Türkiye,
bireysel teşebbüsler lehinde tavır alırken doğal olarak da Devletçilik
ilkesinin aksi yönünde hareket etmiştir. Bu “Liberal” hareket tarzının en büyük
nedeni C.H.P.’nin iktidarı dönemindeki kadrosunun liberal iktisatçılardan
oluşmasıdır. D.P.’nin iki temel ekonomik politikası vardı; Birincisi, özel
teşebbüsün savunulması ve devletçiliğin reddi, ikincisi ise satın alma gücünün
yaratılmasıdır (Lewis, 1952, s. 33). D.P.’yi
bu politikaya iten sebep “Devletin önce asli vazifelerini yapması, işletmecilik
yapmaması” inancıdır.
Atatürk dönemi yerli sermayenin geliştirilmesi için çaba
sarf edilirken 1947 yılında IMF’ye üyelikle ters bir uygulama ortaya
konulmuştu. 1947 yılında Marshall Planından yararlanmak için yapılan Avrupa
Kalkınma Programı ile Türkiye “ulusal çabaların büyük bir yabancı sermaye ile”
desteklenmesi için çalışacağını beyan etti. Bu yöndeki çalışmalar neticesinde
1946 yılında yabancı sermaye önünde hiçbir engel kalmamıştı (Arslan, 2008,
s.36-41).
Bu gelişmelerin ışığında 1951 yılında kabul edilen Yabancı
Sermayeyi Teşvik Kanunu ile; Türk sanayinde, mevcut enerji kaynakları ve
madenlerin işletilmesinde, alt ve üst yatırımların yapımında yabancı
yatırımlara büyük teşvikler verilmiştir. Bu arada çıkarılan “Petrol Yasası” ile
yabancı sermayenin gelmesi için her türlü geniş olanaklar sağlanmıştır
(Kaçmazoğlu, 1998, s. 198,199).
1954 yılında çıkarılan yeni yasa ile Türkiye yabancıları
teşvik ederken kendi yatırımcılarına ise aynı imkânları sağlamamaktadır.
Örneğin, petrol arama, pazarlama konusunda kendi şirketi olan Petrol Ofisi ile
diğer yabancı petrol şirketlerini bir tutmakta bunun ötesinde kendi şirketine
hiçbir öncelik tanıyamamaktadır.
Liberal ekonominin uygulama çalışmalarına rağmen 1954
sonrası özel yatırım teşebbüsleri azalırken devlet yatırımları mecburen
artmıştır. 1956 yılında A.B.D. ile yapılan “Tarım Ürünleri Anlaşması” ile tarım
ülkesi olan Türkiye, A.B.D. ile rekabet etme zorunluluğu ve zorluluğuyla yüz
yüze kalmıştır (Aydoğan, 2003, s. 175) 1958 yılında ekonomi iyice bozulmuştur.
Lira’nın dolar karşısındaki değeri 2.80 TL’den 9.025 TL.’ye düşürülmüş ve
ekonomi tam bir batağa sürüklenmiştir. 1950’lerin başında büyük umutlarla
“Devletçilik’ yerine sarılınan “Liberalizm” yaklaşık on yıl dolmadan iflas
etmiştir. (Kaçmazoğlu1998, s. 217,218).
Liberalizmin sonucunda ekonomik anlamda da Devletçilik
anlayışının desteklediği “Tam Bağımsızlık” ilkesinden uzaklaşmanın adımları
hızlı bir şekilde atılmıştır.
4.6. Bölücülere
Verilen Ödünler
İrticai konularda verilen tavizlerin yanı sıra Demokrat
Parti, kendi çatısı altında toplanan Atatürk ilke ve devrim karşıtlarının
katkısıyla bölücülere, onulmaz yaralar açan ödünler vermeye başlamıştır.
İktidara gelen Demokrat Parti’nin, Orgeneral Mustafa Muğlalı
olayındaki gibi 2 Haziran’da güvenoyu aldıktan sonra kısa sürede yaptığı ilk
icraatlardan biri de 6 Haziran 1950 tarihinde TSK’nin en üst kademesindeki üç
orgeneralin tasfiyesi olmuştur. (Hürriyet, Ulus,
7 Haziran 1950).
Tasfiye edilerek emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Nafiz Gürman (Ayrıntılı özgeçmişi için bkz. Türk İstiklal Harbine
Katılan Tümen ve Daha Üst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, 1972, s.
195-197), Orgeneral Kazım Orbay (Ayrıntılı özgeçmişi: a.g.e., s. 210-212) ve
Orgeneral Salih Omurtak, (Ayrıntılı özgeçmişi: a.g.e., s. 231-233) değerli
birer komutan oldukları gibi aynı zamanda hepsi de hem I. Dünya Savaşı’na hem
de İstiklal Savaşı’na katılmış çok değerli liderlerdi. Ayrıca Orgeneral Omurtak
1911-1912 Osmanlı-İtalya Savaşı’na, Orgeneral Orbay 1912-1913 Balkan Savaşı’na,
Orgeneral Gürman ise her iki savaşa da katılmıştır.
“Üç Orgeneral”in de tasfiyelerindeki neden, 1930’lu
yıllardaki yaptıkları görev dolayısıyla “Ağrı Harekâtı” ile olan ilişkileriydi
(Şimşir, 2009, s. 492,493).
Ağrı Harekâtının kimlere ve neye karşı yapıldığı açıkça
bellidir. Şeyh Sait isyanından sonra devamlı Kürdistan hayali kuran bölücüler,
1930 yılında bölgede yapılan harekât sonucunda bozgun yaşamışlardı. Orgeneral
Omurtak, Orgeneral Orbay ve Orgeneral Gürman’ın bölgedeki komutanlık yıllarında
bölücülere verilen bu dersle, dosta, düşmana Türkiye sınırlarında
ayaklanmaların başarılı olamayacağı gösterildi. Ama şimdi tarih 1950 idi.
İktidarla menfaat ilişkisi içinde olan bölücüler 1930’lu yıllardan beridir hiç
unutmadıkları üç generalden öçlerini alabileceklerdi. Ve iktidar partisi olan
Demokrat Parti ile bu hayalleri gerçekleşti.
Demokrat partinin şeyhlere, tarikatlara, bölücülere verdiği
ödünler Kürtçüleri iyiden iyiye cesaretlendirmiş ve cüretleri “Umumi
Müfettişlik”lerin kaldırılması boyutuna kadar varmıştır.
4.7. “Umumi
Müfettişlik”lerin Kaldırılması
Çok partili dönemin başlamasıyla politikaya atılan ve 1950
seçimiyle el birliğiyle parlamentoya gönderilen Mustafa Remzi Bucak, Musa
Anter, Ziya Ekinci, Yusuf Azizoğlu gibi Kürtçülerin “ağabey” diye hitap
ettikleri Kürtçü gençlerin Kürtçülük öğretmeniydi. Mustafa Remzi Bucak da
ortamın uygunluğundan yararlanarak 21 Ocak 1952 günü Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne yazı göndererek Umumi Müfettişliklerin kaldırılmasını teklif
ediyordu:
Gerekçesinde Umumi Müfettişlik bölgelerinde “en ufak bir
ümran eserine tesadüf edilmiyor” diyen Bucak, Müfettişlikleri “iğrenç, ürperti
ile hatırlanabilen, iğrenç ve korkunç sahifeler, tehdit ve terör vasıtası”
olarak nitelemiştir.
Oysaki o bölgelerde bayındırlık adına ne yapılmışsa o
dönemde, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmıştır. Karayolu, demiryolu, köprü,
tünel, kamu binası, lojman, okul, yurt, tiyatro, sinema, halkevi gibi birçok
hizmet bölgeye götürülmüştü. Ayrıca gerekçe de Demokrat partinin kanatları
altına girmiş bölücülerin “ağabeyi” olan Bucak, Atatürk dönemine de ağır
hakaretlerde bulunmuştur (Şimşir, 2009, s. 492,505).
T.B.M.M. 21 Kasım 1952 tarihinde 5990 sayılı “Umumi
Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun İle Ek Tadillerinin Yürürlükten Kaldırılması
Hakkında Kanun”u kabul etti. Yasa ertesi gün Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe girdi (Resmi Gazete, Sayı 8270, 1952).
Umumi Müfettişler, bölgelerine her türlü hizmeti
getirdikleri gibi aynı zamanda bölgelerinde Kürtçülere, bölücülere, eşkıyaya da
aman vermiyorlardı. Kanunun çıkmasıyla meydan Kürtçülere, bölücülere, eşkıyaya
bırakılıyordu. Ve sonuç, 1958 yılında illegal olarak “Kürt İstiklal Partisi”
kurulmasına kadar varıyordu (Şimşir, 2009, s. 492-515).
4.8. Yıkıcı
Faaliyetler
12 Mayıs 1950 tarihinde İstanbul’da “Türk Barışseverler
Cemiyeti” adı altında kurulan dernek, 14 Temmuz’da çalışmaya başladığını
bildiriyle açıklamıştı. Bu dernek, yine sol hareketlerde isim yapmış kişiler
tarafından kurulmuştu.
Türk Barışseverler Cemiyeti, Türkiye’nin Kore Savaşı’na
katılmasını protesto ederek beyannameler yayınlamıştı. Siyasetle uğraşmaya
başlayan cemiyet, Türk Dış Politikası’nın aksi yönünde görüşler öne sürerken
aynı zamanda aksi yönde faaliyetlerde bulunmuştur. Bu suretle kamuoyu oluşturma
çabalarıyla toplum içinde kırılganlık yaratmıştı.
Yasadışı Türkiye Komünist Partisi elemanları ve liderlerinin
1951-1952 yıllarında ele geçirilerek tutuklanması, ağır cezalara çarptırılması
ile 1950-1960 yılları arasında TKP örtülü çalışacağı bir döneme girmişti. Bu
sebepledir ki bu dönemde de TKP mensupları 1939-1942 yılları arasında olduğu
gibi edebi faaliyetlere hız vermiştir (Özgen, 1982, s. 115,116).
5. SONUÇ
1938-1945 yılları dönemi içinde Atatürk’ün gerçekleştirdiği
devrimler üzerinde herhangi bir olumsuz etki yaratılmamış, hatta devrimlerin
devamı sağlanarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelişimine katkı yapılmıştır.
Ancak bu dönem içinde yapılan bazı devlet içi yapılanmaların yanı sıra uluslar
arası anlaşmalar, II. Dünya Savaşı nedeniyle ülke içinde alınan kanuni
tedbirler, dönemi direkt olarak etkilemese de, müteakip dönem içinde oluşan ve
etkinlik gösteren dinamiklerin var olmasına ve işlerlik kazanmasına da etken
olmuştur.
1945-1950 yılları dönemi, II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle
savaşın etkisini her yönüyle hisseden Avrupa’nın yanı sıra savaşın dışında
kalmasına rağmen ekonomik olarak en az Avrupa kadar etkilenen Türkiye, hem
ekonomik olarak gerekli yardımı sağlamak, hem uluslararası boyutta kurulmakta
olan yeni bir düzen içinde kendisine yer bulabilmek, hem de en yakın tehlike
olan Sovyetler Birliği’nin tehditlerine yönelik bir ittifak içinde yer almak
istemiştir.
Savaş sonunda “Süper Güç” olarak ortaya çıkan A.B.D.,
İngiltere’nin Ortadoğu’daki menfaatleri gereği yönlendirilmesiyle ve bu
yönlendirmeye Sovyet Rusya’nın yayılmacı dış politikasının katkısıyla bölgede
etkin bir güç konumuna gelmiştir. Bu tarihten sonra A.B.D. ile yapılan ikili
anlaşmalar, Truman Doktrini, Marshall yardımı, çok partili sisteme geçiş,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, Atatürk ilke ve devrimlerinden, devletin
kuruluş felsefesinden uzaklaşma, hatta ayrılma durumuna getirmiştir.
1945-1950 yıllarında çok partili sisteme geçişle iktidarı
kaybetmemek için C.H.P. tarafından başlatılan tavizler 14 Mayıs 1950 gününden
itibaren tam hızla devam ederek 27 Mayıs 1960 tarihine kadar tam bir “Karşı
Faaliyet” şeklinde siyaset içinde yer almıştır.
Mevcut partiler ve iktidarlar, diğer partilere oy
kaptırmamak maksadıyla; dini eğitimlere yavaş yavaş izin vererek sonunda dini
eğitimin örgün eğitimde yer almasına, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun delinmesiyle
İmam Hatip kurslarının açılmasına, eğitimin Amerikalılara teslim edilmesine ses
çıkarmamışlardır. Atatürk’ün de üzerine hassasiyetle gittiği “Toprak
Reform”’unun esasları ile oynanarak saptırılmasına, Halkevleri ve hal kodaları
ile Köy Enstitülerinin yıpratılmasına… Yine devrimci kadroların üzerinde önemle
durduğu Türkçe ezanın tartışılmasına, dini neşriyatların fazlalaşması ve
fütursuzca devrimlere ve devrim kadrolarına saldırmalarına… Orgeneral
Muğlalı’nın yeniden yargılanmasının gündeme getirilmesiyle ülkenin kurucu unsuru
olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden adeta öç alınmasına, zorunlu iskân kanunun
kaldırılarak isyanlara neden olan bölücülerin bölgelerine birer kahraman gibi
dönmelerine izin vermişlerdir.
1945-1950 yılları arasında ortaya çıkan karşı faaliyetler
Atatürk İlkeleri ve Devrimlerini yavaşlatmış, 1950’ların sonuna doğru ise
durdurmuş bile denebilir. Artık “Karşı Devrim” niteliğindeki faaliyetlerin
başında gelen “dinin siyasete alet edilmesi’ politikacıların bir
stratejisi olmuştur.
1950-1960 yılları
dönemi ise tamamen Atatürk İlkeleri ve Devrimlerinin karşıtlarının tabanını
oluşturduğu Demokrat Parti’nin “Karşı Faaliyetleri”yle geçmiştir. Ve fakat 1950- 1960 yılında yapılan bütün karşı faaliyetler
için Demokrat Partiyi suçlamak haksızlık olur. Çünkü Demokrat Parti’nin yaptığı
her faaliyetin temeli 1945-1950 dönemi içinde Cumhuriyet Halk Partisi
tarafından atılmıştır.
D.P. döneminde hayata geçirilen “Karşı Faaliyetler”,
Başbakan Adnan Menderes’in inkılâpları millete mal olmuş, mal olmamış şeklinde
tasnifiyle başlarken, gelecek günlerin nelere gebe olduğu aşikârdır. Arapça
ezanın serbest bırakılmasıyla devam eden karşı faaliyetler, milletvekillerinin
irtica istekleriyle güç almış, iktidarı arkasına alan dinci kesimin Atatürk
büstleri ve heykellerine tecavüzleriyle iyiden iyiye somut hale gelmiştir.
Bütün bunların yanı sıra Devrimcilerin üzerine titrediği Halkevleri ve Köy
Enstitüleri kaldırılırken, tarikatçılık, toplum içinde yerleşmeye başlamıştır.
Netice itibarıyla 1950-1960 dönemi Atatürk devrimlerine
karşı faaliyetlerin zirveye çıktığı yıllar olmuştur.
[*] Öğr. Gör. Dr.
İstanbul Aydın Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâp Tarihi Koordinatörü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder